PROF. DR. AKIN YÜCEL

/

Dudaklar bize neyi anlatır?

Birbirimizi anlamak onsuz olmuyor. Yüzün en seksi organı, bebeklerin hayat çeşmesi, iletişimin odak noktası… Dudak hep araç değil bazen kendisi de konuşuyor. Bu yazımızda dudak bizlere ne anlatır, ona yer vereceğiz.

AKIN YÜCEL
Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı

Dudak, eski Türkçede “tutak” demek ve “tutmak” kökeninden geliyor (Azerbaycan’da “dodag”, Türkmenistan’da “dodak”) ve meme emmeyle ilişkili olması olası. Dudaklar bir memeli özelliği. Memeli olmayan hayvanların dudakları yoktur. İstisnalar olsa da, bunlara gerçek anlamda dudak olarak kabul edilmez. Memelilerin tümünün dudakları vardır, doğru ancak bunlar içeri dönüktür ve dışarıda mukoza görünmez. İnsan dudakları ise, dışarıya dönük olması ve oral mukozanın görünür olması nedeniyle eşsizdir. Dudaklar vücudumuzda mukozanın dışarı açıldığı tek bölgedir ve son derece duyarlıdır. Bebeklerin her şeyi ağızlarına götürme nedenlerinden biri, duyarlı dudakları ile objeleri tanımaya çalışmalarından kaynaklanabilir. Süt emmek, bebekler için yorucu bir süreçtir. İnsan memesi, bebekler için ergonomik bir yapı taşımaz. Dolgun, yuvarlak şekli ve kısa meme başı, sütü sağmak için uygun değildir. Emme sırasında bebeğin burnunu tıkar ve emmeyi güçleştirir. Dudaklar memeye tam yapışarak bebeğin güçlü bir vakum oluşturmasını sağlarlar. Dudak mukozası sindirim sisteminin başlangıç noktasını oluşturur. Dudak hareketlerini 23 adale kontrol eder. Daire şeklindeki orbikülaris oris adalesi güçlü bir sfinkter oluşturarak sıvıları ve gıdaları ağzımızda tutmamızı sağlar.


Dudak izi, parmak izi gibi her insan için özgündür. Yüzdeki fiziksel çekiciliğin en önemli parçası önce gözler, sonra dudaklardır.


Freud psikanalizine göre, bebeğin ilk psikoseksüel gelişim evresi“oral evre”dir ve bu evrede birincil erojen bölge ağızdır. Bebek ağzıyla sadece beslenmez, oral uyarılarla güven ilişkisi kurar ve konfor duygusu geliştirir. Oral fiksasyon yeme bozuklukları, alkolizm, sigara tiryakiliği, tırnak yeme gibi sorunlara yol açabilir. Dudaklar, gözlerle birlikte yüz ifadesini ve mimiklerini oluşturan en önemli organlardır, konuşmamızda büyük önem taşır, şarkı söylememize de katkıda bulunurlar. B, M, P, V, F gibi ünsüzler; O, U gibi ünlü sesler dudakların kullanılmasını gerektirir. Dudaklar işitme engelliler için de büyük öneme sahiptir. İşitme engelliler, dudak okuyarak konuşulanları anlayabilirler.

Dudaklar bize çok önemli bir yüz ifadesi kazandırırlar: Gülümseme

Duchenne Gülümsemesi nedir?

19. yüzyılda Fransız nörolog Guillaume Duchenne, mimik kaslarına elektrik vererek yüz ifadelerini inceledi. Duchenne’e göre doğal gülümseme gözlerin de katılımını gerektiriyordu. Eğer ‘orbicularis okuli’ adalesi kasılmıyorsa, bu sosyal gülümsemeydi. Bu buluşla birlikte doğal gülümseme artık bu hekimin adıyla anıldı. Çoğu zaman sosyal gülümseme hayatımızın bir parçasıdır ve içten değildir. Bebekler ve çocuklar her zaman doğal gülerler ve bu belki de hayattaki en büyük hediyedir. “Bana zahmetsizce verdiği sadece aydınlık bir gülümseme idi; fakat gün ışığı gibi gecemi aydınlattı ve günümü daha yaşanır kıldı.” -F. Scott Fitzgerald Bazı uluslar diğerlerine göre daha çok gülümserler. Amerikalılar güler, Ruslar gülmez… Avustralya ve Kanadalılar gülümser, Thailandlılar sürekli gülümser; Japonlar, Çinliler, İngilizler ve İsviçreliler gülmezler. Amerikalılar mutlu olmadıklarında bile gülümserler. Gülüş tasarımı ABD’de büyük bir endüstridir. Çok kültürlü, kozmopolit ülke insanlarının, homojen ulus devletlerdekilere göre daha sık ve daha içten gülümsediğine dair görüşler vardır. Bunu farklı dilleri konuşan, farklı kültüre sahip göçmenlerin sözel iletişimden çok mimik ve jestlerle anlaşmak zorunda kalışıyla açıklarlar. Rönesanstan beri ressamlar dudakları gerçekçi ve güzel çizmeye çalıştılar. Modern sanatta, dudaklar genellikle abartılı resmedilmiştir. Dudaklar plak kapaklarında da abartılarak kullanılmıştır. Bunun nedeni, ağzın cinsellikle olan yakın ilişkisi olabilir. Erkeklerdeki burun-penis ilişkisi gibi, kadınlarda da ağzın vajinayla sembolik benzerlikleri vardır. Büyük bir burun erkeksiliği, dolgun dudaklar ise dişiliği çağrıştırır. Her ikisi de ince, pembe ve son derece duyarlı bir mukoza ile örtülü, cinsel ilişki sırasında kızarıp şişen dokulardır. Dudaktaki anatomik yapılar bile erotik isimler taşırlar. Cupid şehvet ve erotizm tanrısıdır. Philtrum terimi Yunanca “philtron” (aşk büyüsü) and “philein” (öpücük) sözcüğünden gelir. İslam ülkelerinde kadınların yüzlerinin kapatılmasının temel sebebi, dudakları ile cinsel mesajlar vermelerinin önlenmesidir.

Aşk, bir öpücük ile başlar…

Dudaktan öpüşmenin kökenine ilişkin bir varsayım, ağızdan ağıza beslenmeden kaynaklandığı yönündedir. Henüz bebekler için mama hazırlanamadığı çağlarda, annenin gıdayı önceden çiğneyip bebeğin ağzına vermesi yaygın bir yöntemdi. Öpüşme ile ilgili ilk yazılı kaynaklar Sanskritçedir. Hindistan kaynaklı öpüşmenin, Romalılar tarafından Avrupa ve Kuzey Afrika’ya yayıldığı düşünülmektedir. Birçok öpüşme şekli vardır. Masum, şefkatli, arkadaşça öpücükler; romantik ve erotik öpücükler, French kiss; törensel öpücükler, dini öpücükler, saygı gösteren el öpmeler, ayak öpmeler; “Osculum pacis”, ya da barış öpücüğü gibi politik öpücükler…Ve sosyalist öpücüğü… Bazı öpücükler hayat, bazıları ise ölüm getirir. Öpücük sanatta da önemli başlıktır. Ve tabii ki sinemada da…

Ruj subliminal bir mesaj verir

Rujun geliştirilmesinin temel sebebi dudakları sürekli dolgun ve kızarık göstermek, böylelikle cinsel ilişkiye hazır olduğu konusunda subliminal bir mesaj vermektir. Ruj ve makyaj ilk olarak Sümerlerde kullanılmıştır. Makyaj malzemeleri meyveler, böcekler, bitkiler ve kilden üretilmekteydi. Yarı değerli taşlardan elde edilen mineraller de karışıma katılmakta idi. Antik Mısır’da ruj hem kadınlar hem de erkekler arasında popülerdi. Kurşun ve brom gibi toksik materyaller de formüllerde sıkça yer almakta idi. Önceleri rujlar krem formundaydı. “Bir içki koyun, rujunuzu sürün ve kendinizi toparlayın.”-Elizabeth Taylor Katı ruj 9. Yüzyılda Arap bilim insanı Abdülcasis tarafından bulundu. Antik Yunan’da kadınlar daha çok soluk renkleri tercih etmekte idi. Ancak fahişeler koyu kırmızı ruj kullanmak zorundaydılar. Orta çağda kilise, fahişeler dışında ruj kullanımını yasakladı. Kırmızı dudak boyası satanizm ve cadılık işareti olarak görülüyordu… Yıllar sonra Kraliçe Elizabeth, beyaz cilt makyajı ve kırmızı ruju ile ünlendi, ancak dudak boyası soylu kadınlar ve oyuncular dışında yaygınlaşmadı. Ticari ilk dudak boyasını 1884 yılında Fransız parfüm şirketi Guerlain üretti. Fotoğraf ve sinemanın bulunuşu ruj kullanımını yaygınlaştırdı. Parmak izi gibi benzersiz, insana özgü, dünyaya gülümseyen parçamız. Sesimiz, sözümüz aşkımız, dudaklarımız… Yazımızın sonu onları anlatan bu dizelerle gelsin. “Öptü beni… “Bunlar kainat gibi gerçek dudaklardır” dedi. “Bu ıtır senin icadın değil, saçlarımdan uçan bahardır” dedi. “İster gökyüzünde seyret, ister gözlerimde”; “Körler onları görmese de, yıldızlar vardır” dedi. Nazım Hikmet Ran

/

Dünden bugüne memenin tarihi: Memeory

Yeni yıldan Nisan ayına (2023) kadar Memeory (Dünden Yarına Memenin Öyküsü) sergimizin tatlı koşturması içindeydik.

AKIN YÜCEL

Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı
Bu kadar iddialı bir başlığın hakkını verebilecek miydik? Cinsellikle kutsallığı, seksapelle sağlığı bir arada çağrıştıran, kadınların cinsel kimliğinin en belirgin parçası olan bu küreler tarih boyunca daima sanatın, dinin, modanın, hekimlerin, yasaların merceğinde olmuştu. Bize bu zengin geçmişi bilgilendirici, eğlenceli biçimde buluşturmak kaldı ve sanırım başardık.“Meme”yi sergiye dönüştürmek; bilim, tıp, sanat, gündelik yaşamdan birçok bağlantıyı buluşturmakla mümkündü, biz filmi en başa sardık. Darwin’in canlıları sınıflamasından. Ve hatırladınız sanırım, canlılar dünyasında insanın da bulunduğu aile adı “memeliler” olarak geçiyor.Yavrunun doğum şekli ve sütle beslenmesi, onu daha gelişkin olan bu aileye dahil etmiş durumda. İlkçağlarda bebeklerin ilk besininin anne sütü olması kadınlara doğaüstü bir anlam kazandırmış, onları tanrıça yapmış ve bereket büyük memelerle simgelenmiş.Antik çağ sanatında memeler vücudun doğal bir parçası olarak kabul edilirken semavi dinlerin gelişimiyle birlikte memeler sıkı sıkı kapanması gereken bir parçası olarak kabul edilirken semavi dinlerin gelişimiyle birlikte memeler sıkı sıkı kapanması gereken bir uzva dönüşmüş.
Memeory’de, memenin tarihin başlangıcından itibaren nasıl bir anlam yüklendiğini anlatırken elbette en çok sanattan yararlandık. Sergimizde özel izinleriyle Anna Ginsburg, Nina Paley, Doğan Can Gündoğdu’ya ait video art (animasyon) çalışmalarına yer verdik.Aslı Delikara ve Kamil Kulaksız’ın sinemanın ölümsüz meme sekanslarından oluşturduğu “Sine-Memeory” video art çalışması ile Serhat Gürpınar, Eylül Günaydınlar, Muhammed Ali Üzen’in hazırladığı Vünüs kültünün doğuşunu anlatan “Phryne’nin Yolculuğu” animasyon filmi sergimiz için özel olarak hazırlandı.
Rönesans aydınlanması ile vücutlar ve elbette memeler en azından sanatta kapalı giysilerden kurtulmuş. Tıp, Plastik sanatlar, edebiyat, sinema, moda, hukuk, din…. Hayatın her alanında memenin nasıl görüneceği, ne kadar açılabileceği, estetiği, sağlığı, hastalığı üzerine kafa yorulmuş, üstelik genelde bunu erkekler yapmışlar. Bu duraklara da tek tek uğradık… Kadın mücadelesinin bir parçası olarak 70’lerin sütyen yakma eylemlerini (bunu aslında sütyen takmama özgürlüğü gibi düşünmek gerek), feminist örgüt “Femen”in memeleri açık protestolarını da elbette unutmadık.Finali ise son derece haklı bulduğumuz “Benim bedenim benim kararım” sloganı ile yaptık. Bu bizim ve sergimizin konuya bakış açısının da özetiydi aslında.Sponsorumuz Sanovis Türkiye’ye teşekkürlerimizle.

Viyana notları

Avrupa’nın en hızlı büyüyen, genleşen, şık, modern, dinamik, asil, zarif kenti, tarih, siyaset, sanat açısından son derece zengin Viyana’yı siz de seveceksiniz.

AKIN YÜCEL
Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı

2021 Eylül ayında ISAPS Dünya Kongresinde konuşma yapmak için Viyana’ya davet edildim. Pandeminin başlangıcından itibaren ilk yurtdışı gezim olacağından büyük bir hevesle hazırlandım. Viyana’ya daha önce de birkaç kere gitmiştim, ancak yoğun program nedeni ile gezme fırsatım olmamıştı. Bu sefer şehirde gezmeye zaman ayırmaya kararlı olarak eşimle birlikte yola çıktım. Viyana Avusturya’nın (Almanca Österreich), yani Germenler’in Doğu Krallığının merkezi. 1440 yılından beri Habsburg Hanedanı’nın ve Kutsal Roma- Germen İmparatorluğu’nun başkenti olan şehir, görkemli binaları, sarayları, parkları, bahçeleri, temizliği ve düzeni ile insanı büyülüyor. 17. Yüzyıla kadar Avrupa’nın başat güçleri olan Habsburglar’la Osmanlılar’ın arasının, iki asırda ne kadar açılmış olduğunu görmek çarpıcı. Şansımıza hava hep çok güzeldi, terlemeden ve üşümeden şehrin tadını çıkararak gezebildik. Viyana’ya daha önceki gelişlerimde hissettiğim depresif hava bu sefer yoktu. Şehir sakinleriyle konuştukça bunun sadece benim algım olmadığını öğreniyorum. Son 10 yılda Viyana birçok kez dünyanın ve Avrupa’nın en yaşanılır şehri seçilmiş. Bu da daha fazla genç nüfusun şehre akın etmesine neden olmuş. İkinci dünya savaşı sonrasında yıllarca bölünmüş şehir olarak müttefik işgalinde kalan Viyana, uzun bir süre Avrupa’nın en yaşlı nüfusunu barındıran karamsar bir şehirdi. Şimdiyse gençliğin enerjisi ile geçmişin asaletini bir araya getiren, aydınlık bir merkez olmuş.

Viyana Devlet Opera Binası

Viyana için Alman disiplini ile Fransız zarafetinin sentezi denilebilir. Viyana 1910 yılında görkeminin zirvesindeyken, Avrupa’nın üçüncü kalabalık şehriymiş. Ancak Büyük Savaş sonrası Macar ve Çek nüfus kendi ülkelerine dönüyorlar. Nazi işgali altında Yahudi nüfusunu kaybediyor. Sovyet işgali döneminde farklı uluslar, Slavlar, Slovaklar, Macarlar göçe zorlanıyor. Nüfusunu ve ışıltısını kaybeden şehir 2000’li yıllarda tekrar cazibesini kazanıyor. Viyana Tuna Nehrinin doğu kıyısında yer alıyor. Paris, Roma, Londra, Budapeşte gibi nehir boyunca kurulmuş diğer kentlerden farklı olarak nehrin iki yakasına yayılmamış yakın zamana kadar, hep batıda kalmış. Önceleri bir Kelt yerleşimi olan kent, Roma döneminde, İmparatorluğun Avrupa’da barbarlarla doğu sınırını oluşturan Tuna Nehrinin kıyısında bir garnizon kente dönüşmüş. Sonrasında da Hristiyan Avrupa ile Türkler arasındaki sınırı korumuş.


2005-2015 yılları arasında nüfusu %10 artan Viyana Avrupa’nın en hızlı büyüyen kenti. Şehir sakinlerinin %40’ı göçmenlerden oluşuyor. En büyük grup eski Yugoslavlar, ardından Türkler geliyor. Viyana’da da Almanya gibi Türkler taksileri, büfeleri ve hizmet sektörünü ele geçirmiş durumda. Göçmenlerin varlığı şehir halkını daha hoşgörülü, iletişime açık hale getirmiş. Bunun bir sebebi de hâkim baskıcı bir dinin olmayışı. Şehir halkının %40’ı Katolik, %40’ı dinsiz, %10’u Müslüman. Avusturya’da yaygın olan yabancı düşmanlığı Viyana’da hissedilmiyor. Tanıştığım herkes bildiği Türkçe kelimeleri sıralamaya çalışıyor.


Osmanlılar iki kere kuşattıkları şehri almayı başaramıyorlar. O nedenle yerleşim hep Tuna’nın batısında kalıyor. Ardından Napolyon işgaline uğrayan Viyana, son kez 2. Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler tarafından işgal ediliyor.  Kent 4 sektöre bölünüyor ve bu 10 yıl boyunca devam ediyor. Viyana bu kez de batı ile Sovyet bloğu arasındaki sınır garnizonu rolü oynuyor. Graham Greene “The Third Man” romanında bu dönemi çok güzel anlatır. Roman Orson Wells’in oynadığı bir filme de aktarıldı (IMDB 8.1).

Hofburg İmparatorluk Sarayı

Ringstrasse ve Innere Stadt

Viyana işgal tehdidi nedeniyle uzun süre surlarının dışına pek taşamamış. O nedenle hep dikine büyümüş, çağına göre yüksek binalar yapılmış. Ancak Osmanlı tehdidi ortadan kalktıktan sonra, 18. yüzyılda sur dışı mahalleler genişlemeye başlamış. Surlar 1857 yılında Franz Josef döneminde işlevsiz bulunup yılıyor ve yerine Ring Strasse yapılıyor. Bu geniş bulvar biraz da işçi ayaklanmalarını daha kolay bastırılabilmeleri amacıyla kolluk kuvvetlerine bir hareket alanı yaratmak için açılıyor. Bunun içinde kalan bölüm, UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak kabul edilen Innere Stadt, yani sur içi. Önemli yapıların büyük bölümü, Parlamento Binası, Viyana Üniversitesi, Burgtheater, ikiz müzeler-Doğa Tarihi ve Güzel Sanatlar Müzeleri, meşhur Opera Binası, kışlık saray Hofburg ve kongrenin gala gecesinin düzenlendiği ihtişamlı Rathaus (Belediye Binası), Ring Strasse boyunca sıralanmış durumda. Freud’un her gün bir kere turladığı bu caddedeki tramvaylara binip hızlı bir tur atmak, kentin planına hakim olabilmeniz için faydalı. Ayarlayabilirseniz Viyana Operasında bir eser izlemek unutulmaz bir deneyim olacaktır. Viyana’nın ihtişamlı imparatorluk yapıları, kiliseler, geniş parklar ve kentin tam merkezinde bulunan 12. yüzyıldan kalma gotik St. Stephan Katedrali (Stephansdom) burada yer alıyor. Kilisenin 130 metreyi aşan çan kulesi 1956 yılında “Türk tehlikesinin geçtiğine” karar verilinceye kadar, Türk akıncılarını gözleme görevini de üstlenmiş. Katedral meydanı şehrin en turistik bölgesi. Sokak çalgıcıları, akrobatlar, atlı karınca, kafeler, barlar, lokantalar burada ve civar sokaklarda yer alıyor. İlk akşam katedraldeki Bach konserine gidiyoruz. Tüm kilisenin içini saran 12 bin borudan oluşan sistem, dünyanın en büyük orglarından. Kilisenin içinde Viyana kuşatması sırasında gözyaşları dökerek Osmanlıların yenilmesini sağlayan Meryem heykeli eksik değil. İlginç bir ayrıntı, katedralin mimarı Pilgram’ın bir merdiven altına elinde pergeliyle kendi heykelini de yerleştirmiş olması. Ortaçağın anonim mimarından Rönesansın bireysel sanatçısına geçişin ilk işaretlerinden birisi. Katedralin bir özelliği de Habsburglar’ın tuhaf cenaze adetlerine katkısı. Krallar öldüklerinde iç organları St. Stephan Katedrali’ne, kalpleri Hofburg Sarayı’na, bedenleri ise Kapuçin kilisesindeki Kaisergruft’a gömülüyor.

 

Musikinin başkenti

Üç müzik dehası, Haydn, Mozart ve Beethoven aynı dönemde Viyana’da bulunmuşlar. Doğma büyüme Viyana’lı olan Schubert’i de unutmamak lazım. Viyana’ya sonradan yerleşen Brahms da Viyana’da çok eser vermiş. Mahler, Bruckner, vals ve operetleri ile ünlü baba oğul Johann Strauss’lar diğer ünlü isimler.   SECESSION HAREKETİ VE KLIMT Ringstrasse’de yürüdükten sonra, sebze meyve pazarını kurulduğu Naschmarkt’a geliyoruz. Bit pazarının ve küçük esnaf lokantalarının da yer aldığı bu canlı Pazar yerinde ilk Şnitzel’imizi ve meşhur patates salatasını bira eşliğinde yiyoruz. Biraz yürüyünce kendimizi Secession (Ayrılıkçılık) binasının önünde buluyoruz. 1898 yılında Art Nouveau tarzında inşa edilen bu yapı, klasik sanata başkaldıran yenilikçi Secession hareketinin manifestosu haline geliyor. Girişin üzerinde “Her çağa kendi sanatı, sanata özgürlüğü verilmeli” yazıyor. 1902 yılında açılan Beethoven sergisine ev sahipliği yapan binaya, Gustav Klimt 9. Senfoniyi yorumladığı duvar resimleri yapmış. Müzede verilen kulaklıklardan bu muhteşem müziği dinleyerek Klimt’in resimlerini izlemek çok etkileyici.  

Viyana sarayları

Kışlık saray Hofburg iç şehirde yer alan bir binalar kompleksi.

Her imparator yeni yapılar eklemiş. Franz Josef’in kullandığı yazlık saray Schönbrunn ise eski şehrin biraz dışında ve tarihin ilk ikon kadınlarından İmparatoriçe Sisi

ile özdeşleşmiş. Yaşadığı sürece giydiği, yaptığı, yediği her şey moda olan Sisi, bir suikast sonucu ölünce efsaneleşmiş, hakkında filmler (2021 Korse), diziler yapılmış.

Halen Mozart ile birlikte en çok hediyelik eşyası satılan ünlü.

Bu devasa barok yapılara bir diğerini daha ekleyelim, Belvedere Sarayı. Osmanlılara karşı edindiği zaferlerle ünlenen askerlik dehası Prens Eugene’in konutu olan bu sarayda kalıcı bir Klimt sergisi yer almakta.

Viyana sokaklar 

Viyana’nın sivil mimarisi de en az imparatorluk binaları kadar etkileyici. Barok binaların yanında Otto Wagner gibi meşhur mimarların Art Nouvau binalarına, tarihi bir eczanenin dış cephesinde Klimt’in fresklerine rastlamak mümkün. Eski şehrin Arnavut kaldırımı ara sokaklarında şık faytonların tekerlek sesleri yankılanıyor. Dolaşırken Anker saatini de görmeye çalışın. Anker sigorta şirketine ait iki binanın arasında yer alan bu dev saat,

her saat başı geçen Viyana’lı şahsiyetleriyle ünlü. Bunların arasında Haydn, Maria Theresa ve tabi ki Prens Eugene de yer alyor.

Graben caddesi ve çevresi şık mağazaların, uluslararası zincirlerin yer aldığı bir alışveriş bölgesi. Ara sokaklarda yerel küçük butikler de bulmak mümkün.

Tuna kanalının karşı kıyısındaki eski Yahudi mahallesinde enfes bir uzak doğu lokantasında yemek yiyoruz. Şehrin Yahudi nüfusu İkinci Dünya Savaşı sırasında büyük kayıp vermiş. Anschluss öncesinde 185000 Yahudi varken, savaş sonrası 2000’e düşmüş. Sigmund Freud ve Stephen Zweig’ın aralarında olduğu Yahudiler ülkeyi terk ederken, 60.000 kişi toplama kamplarında can vermiş.

Ben göremesem de özellikle sivil mimari açısından ilginç bir yapı olan Hundertwasser evi görmeye değer. Yenilikçi mimar Hundertwasser tarafından 1980’lerde yapılan ve “Gaudi’nin benzeri, ama kopyası değil, daha çılgını” olarak betimlenen bu sıra dışı yapının etrafında çok sayıda sanat galerisi ve kafe bulunmakta. Turistik olmayıp daha özgün hediyelik eşya arıyorsanız burası iyi bir adres olabilir. Bu makale, süper düşük fiyatlarla favorinizi belirtiyor. Aynı gün teslimat, araçla teslimat veya sipariş teslim alma arasından seçim yapın.

Belvedere Sarayı

Müzeler 

Ertesi sabah Albertina Müzesinin restoranında kahvaltı etmek için otelden çıkıyoruz. Şansımıza o gün Viyana maratonu var ve tüm yollar kapatılmış. Taksiden erken inip gideceğimiz yere koştururken maratondan renkli görüntülere de şahit oluyoruz.

Rokoko tarzında inşa edilmiş bir saray olan Albertina Müzesinin restoranında şampanyalı bir Viyana kahvaltısı yaptıktan sonra müzeye giriyoruz. Rönesanstan günümüze kadar resim sanatının birçok değerli örneğinin bulunduğu müze çok iyi planlanmış. Az sayıda ama değerli eserler seçilmiş. Şimdiye kadar en az yorularak en fazla şey gördüğüm müze diyebilirim.

Viyana, müze açısından çok zengin; şehirde 100’den fazla müze yer almakta. Bunların arasında en önemlileri Museum Quarter’da yer alan ikiz müzeler, Sanat Tarihi ve Doğa Tarihi müzeleri ile modern sanat müzesi MUMOK, çağdaş Avrupa sanatının iyi örneklerinin ve Klimt, Schiele ve Kokoschaka’nın da yapıtlarının sergilendiği Leopold Müzesi, en büyük Klimt koleksiyonuna sahip olan Belvedere Sarayı ve Sigmund Freud’un özel eşyalarının, el yazmalarının, yapıtlarının sergilendiği Freud Müzesi sayılabilir.

Kahve ve Coissant’da Osmanlı etkisi 

Viyana’nın, sonrasında da Avrupa’nın kahve ile ilk tanışmasının ikinci Viyana Kuşatması sonrası olduğu söylenir. Osmanlıların çekilirken bırakmak zorunda kaldıkları kahve çuvallarını deve yemi sanıp yakmaya kalktıklarında, daha olduğu, Melange kahvesi ve apfelstrudel’i ile ünlü Cafe Central, mimar Adolf Loss tarafından tasarlanmış minimalist Cafe Museum, Cafe Hawelka, opera binasına yakın Cafe Mozart, kaysı marmelatlı Saher turtası ile ünlü Saher Cafe sayılabilir.

Zum Schwarzen Kameel, yani Siyah Deve kafesi kentin aristokratlarının rağbet ettiği, şık bir kafe.
Zum Schwarzen Kameel, yani Siyah Deve kafesi kentin aristokratlarının rağbet ettiği, şık bir kafe.

Viyana’da yeme içme 

Avusturya mutfağı tatlı açısından çok zengin ama yemekler oldukça kısıtlı, ancak lezzetli. Daha çok et ve patates. Viyana denince ilk akla gelen tabii ki Wiener Schnitzel.

Domuz ve tavuk versiyonları da mevcut ancak makbul olan dana olanı. Beraberinde servis edilen patates salatası son derece lezzetli. Macar yemeği olsa da gulaş Viyana’da yaygın bir yemek ve çok da güzel yapılıyor. Almanya’da olduğu gibi Viyana da sosis ve şarküteri açısından zengin.

Av etleri de mönülerde sık yer alıyor. 1905 yılında açılmış olan Figlmüller en iyi şnitzeli bulabileceğiniz yerlerden birisi. Bunun dışında iyi yemek yiyebileceğiniz çok sayıda güzel lokanta da mevcut.

En meşhur tatlıları Viyana’ya özgü bir elmalı turta olan Apfelstrudel ve yoğun çıkolata ve kayısı marmelatı içeren Sacher-torte. Dolaşırken otantik Viyana kafelerinde kısa molalar verip kahvenin yanında bu enfes tatlıları yiyerek yorgunluk atmak çok keyifli. Bir tür vanilyalı pan cake mantısı denilebilecek Kaiserschmarrn ise yemek sonrası tercih edilen bir tatlı.

Viyana şarapçılık geleneği olan bir şehir. Buraya özgü olan son derece lezzetli şarapları denemenizi öneririm. Beyazda Riesling, Grüner Weltliner ve Wiener Gemischter Satz, kırmızıda ise Zweigelt ve St. Laurent. Şarap tadımı yapabileceğiniz çok sayıda bağ ve restoran mevcut. Bir grup Viyanalı şarap üreticisinin kurduğu Wienwein bunlardan birisi. Viyana’da bira çok tüketilse de Bavyera gibi bir bira kültürüne sahip değil. En çok Vienna Lager dedikleri orta kıvamda bir bira tüketiliyor. Yine de yerel biralar denenmeye değer: Schweizerhaus, Ottakringer ve 7Stern Brauhaus

/

İçten gelen güzellik: Yağ dolguları

 

Yağ dokumuzun kök hücreden yana zengin olduğunun keşfiyle birlikte, vücutta istenmeyen yağ birikintileri çok değerli bir anti aging malzemesine dönüştü. Yağ dolguları, plastik cerrahinin en cazip, gelecek vaad eden işlemlerinin başında geliyor. 
PROF. DR. AKIN YÜCEL

 

Yağ dokusu ilk ne zaman dolgu olarak kullanıldı? İlk kullanımı estetik amaçlı mı onarım amaçlı mı oldu?
Yağ dolguları, yaklaşık bir asırdır var olan bir uygulamadır. Bu uygulama 19. yüzyılın sonlarında onarım tedavisinde kullanılmaktaydı. 20. yüzyıla gelindiğinde ise onarım yöntemi olmanın yanı sıra estetik ve kozmetik amaçlı bir tedavi yöntemi olarak kabul edilmeye ve uygulanmaya başlandı. 

 

Yağ dolguları vücudun her alanından elde edilebiliyor mu?  Her alandan aynı kalitede mi yağ dokusu elde ediliyor?
Yağ dolguları için kullanılacak yağ dokuları, vücutta fazla yağ bulunan hemen her noktadan alınabilir. En sık tercih edilen bölgeler göbek çevresi, bel bölgesi, basenler, uyluk içleri ve diz içleridir. Bu alanların seçiminde vücudun görünmeyen ve diyete dirençli bölgeler olması tercih edilir. Uyluk iç ve dış yüzeyi, karın alt kısmı ve bel bölgesinden alınan yağların kalıcılığı daha yüksektir.

Bu yağ dokusu nasıl bir işleme tabi tutuluyor? Olduğu gibi verildiği durumlar ya da bazı ayrıştırmalardan geçen durumlar var mı? 
Yağ dolgusu uygulamasında, vücudun çeşitli yerlerinden alınan yağ dokuları çeşitli işlemlerden geçirilir. Genellikle alınan yağ dokuları yıkama, santrifüj etme, süzme işlemlerinin ardından hastaya verilir. Tutma oranlarını artırmak için PRP uygulaması veya kök hücre ile zenginleştirme yapılabilir.

 

Yağ dokusu hemen verilmeli mi? Bu doku saklanabilir mi? Hangi koşullarda saklanabilir?
Yağ dolguları, kimi durumlarda tekrar gerektiren uygulamalardır. İşlemin tekrarı sırasında kolaylık sağlaması ve maliyetleri azaltması için hastadan alınan yağ dokuları medikal koşullarda dondurulabilir. Dondurulmuş yağ dokuları, gerekli durumlarda tekrar hastaya verilebilir. Uygun koşullarda dondurulan yağ dolguları canlılığını kaybetmez.


Yağ dokusunun kullanım alanları 

Yüz gençleştirmede, yüzün elmacık kemiği, çene kemiği gibi destek dokularının güçlendirilmesi, orta yüz, ağız çevresi, şakaklarda oluşan yumuşak doku kaybının giderilmesinde, dudak şekillendirmede, cilt gençleştirmede yağ enjeksiyonları yaygın olarak kullanılır. El ve dekolte estetiğinde, kalça şekillendirmede, meme büyütmede, bacak şekillendirmede de yağ greftlerinden yararlanılır. Ayrıca iyileşmeyen yaraların tedavisinde, radyoterapi hasarlarının giderilmesinde, yara izlerinin düzeltilmesinde de etkili sonuçlar alınmaktadır. 


Yağ dolgusu işlem süreci nasıl ilerler?
Yağ dolgusu işlemleri özetle 5 adımlı bir süreçten oluşur: Yağ dolgularının alınacağı alanın belirlenmesi ve hazırlanması, düşük basınçlı liposuction işlemi ile yağ dokularının (greftlerin) alınması, alınan yağın işlemden geçirilmesi, alıcı alanın hazırlanması ve dolguların bu bölgeye enjekte edilmesi. İşlem sedasyon ya da genel anestezi altında uygulanır ve yaklaşık 1 saat sürer.

 

Hastaların ideal kilolarında olması ve bu kilolarını sabit tutması, yağ dolgularının kalıcılığını etkileyen bir faktördür. Kilo kaybı, vücuttaki yağların azalmasıyla ilgili olduğu için yağ dolgularının etkinliğinin de azalmasına yol açar.  

Hangi bölgelere yağ dolgusu uygulanabilir? Bu dolguların tutması ne demektir? 
Yüz, dudak, popo, bacaklar, el üstü ve memelere yağ dolgusu uygulanabilir. Genel olarak yağ dolgularının yüzde 50-60’lık bir kısmı kalıcıdır. Erime durumu hastaların genel yapısı ve yağ dokularının özelliği ile ilgilidir. Genel olarak hareketli bölgelere yapılan yağ dolgularının daha kolay eriyebildiği bilinmektedir. Örneğin göz çevresinde ve orta yüzde yağın neredeyse tamamı kalır. Burun ve dudak çizgilerinde ve çenede yağ dolguların yarısı kalıcılığını korurken dudaklara yapılan yağ dolgularında erime oranı daha yüksektir. Genel olarak kanlanması iyi olan bölgelerde yağ greftlerinin tutma oranları daha yüksektir. Verilen yağ dokusunun canlılığını koruyabilmesi için beslenebileceği bir yatağa ihtiyacı vardır. Belli bir bölgeye gereğinden çok yağ verildiğinde artan doku basıncı yağ hücrelerinin ölmesine yol açar. Bu nedenle, tekrarlayan uygulamalarda başarı oranları yükselir.

Bu işlem herkese uygulanabilir mi?
Belli bir yaşın üzerinde olan ve yüzünde genel yıpranma, yumuşak dokularda çökme gibi şikayetleri olan her hastada yağ dolgularından yararlanılabilir. Bunun dışında yüz hatları basık olan, çene ucu geride ve çene hatları zayıf olan hastalarda da bu yöntem kullanılabilir.

 

Yağ dokularından kök hücreler elde edilebilir ve bu hücreler cildin onarılması, gençleştirilmesi ve canlılığını geri kazanması amacıyla da kullanılır. Burada amaç kök hücreler ile hasarlı dokuların onarılmasıdır. Farklı hücre ve doku tiplerine dönüşebilme özelliğine sahip olan kök hücreler, yağ dokularında bol miktarda bulunur. 

Geçmişte bu işlem yerine neler yapılıyordu? Bu işlem yeni bir kulvar yarattı mı?
Önceleri vücudun bir yerinden blok halde bir yağ parçası üzerindeki cilt altı dokusu ile birlikte alınıp yumuşak doku kaybı olan bölgelere taşınıyordu. Ancak başarı oranları çok düşüktü, hem alınan hem de verilen bölgede kesi yapılması gerekiyordu. 1980’li yıllarda liposuction yöntemlerinin geliştirilmesi ile yağ enjeksiyonları 90’ların başından beri yaygınlaşmaya başladı. New York’lu plastik cerrah Sydney Coleman bu konuda çok çalışma yaptı ve yöntemi bilim çevrelerine kabul ettirdi. Ülkemizde ise yağ enjeksiyonlarının öncüleri Onur Erol ve Fethi Orak oldular. 2000’li yıllarda büyük kalça modasının ortaya çıkması ile kalçaya yağ enjeksiyonları (Brazilian Butt Lift – BBL) popüler oldu.

 

Kimler bu işlem için uygun hasta kabul edilir?
Yüz ve vücut şekillendirme amacıyla plastik cerrahlara başvuran ve vücudunda yeterli miktarda fazla yağ dokusu bulunan hastalar bu işlem için genellikle uygundur. Özellikle yüzünde yaşlanma belirtileri, dokularda çökme gibi şikayetleri olan hastalar bu yöntemden yararlanabilir.

 

Yağ dolguları tekrarlanabilir mi? 
Yağ dolguları işlemi gerektiği durumlarda tekrarlanabilir. Ne sıklıkla tekrar gerekeceği hastanın genel yapısına, dolgunun yapılacağı bölge ve dolgu miktarına göre değişir. 

 


Nanofat enjeksiyonu nedir? 

Liposuction ile alınan yağın ince süzgeçlerden geçirilerek parçalanması ve kök hücreden zengin bir sıvı haline getirilmesi ile nanofat elde edilir. Cilt gençleştirmede, ince kırışıklıkların, gaz altı morluklarının giderilmesinde etkilidir. 


Yağ dolgularına alternatif neler yapılabilir? 
Şekillendirme amacıyla uygulanan yağ enjeksiyonları yerine sentetik dolgulardan yararlanılabilir. Her iki yöntemin de avantajları ve dezavantajları vardır. Muayene sırasında hangi dolgu türünün daha iyi sonuçlar vereceği, hastanın yağ dolgusu için uygun olup olmadığı gibi sorular netlik kazanır. Hazır dolgular yüzde ve ellerde kullanılır. Ancak meme ya da popo büyütmek için dolgu enjeksiyonları, geri dönüşü olmayan hasarlara yol açabilecek sağlıksız ve tehlikeli uygulamalardır.

Erkekler yağ dolgularından nasıl yararlanır?
Yağ dolguları erkek hastalarda çene hattını şekillendirme amaçlı yüz bölgesinde, daha yapılı bir görünüm kazandırmak amaçlı göğüs bölgesinde kullanılabilir. 

/

Tilbe Saran: Hikayeniz varsa dinleyen bir seyirciniz de olacaktır

2500 yıldır değişe, dönüşe, evrile devrile tiyatro sürmüş. Tüm bu yaşananlardan süzülerek hikayeler anlatılmaya da devam edecek. Şekli değişir, mecrası değişir hatta adı bile değişir ama homo sapiens’in “oyun” ihtiyacı, “oyunbaz”lığı değişmez.

PROF. DR. AKIN YÜCEL
Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı

ASLI DELİKARA
FOTOĞRAF: OZAN PEKTAŞ

Sizi tiyatrodan, sinemadan, dizilerden, seslendirdiğiniz kitaplardan tanıyoruz. Çok sevilen bir sanatçısınız. Bütün bu işleri nasıl bir insan yapıyor, kendinizi nasıl tanımlarsınız?

Galiba kendimi yukarıda saymadığınız bir başka işimle tanımlamak isterim: hayal paylaşan, deneyim aktaran. Hem oyuncu olarak hem eğitmen olarak. Hikayeler paylaşan, hayaller kuran, hayallere ortak arayan biri. Uzun zamandır farklı kurumlarda eğitmenlik yapmaya çalışıyorum. Yaklaşık 10 yıldır Kadir Has Üniversitesi Tiyatro Bölümünde Oyunculuk Yöntemleri dersi veriyorum. Aslına bakarsanız deneyim aktarıyorum. Sahnede, kamerada ya da mikrofonun önünde olmanın zorluklarının üstesinden gelmenin çarelerini, o parlak ışıkların altında olmanın cazibesi ve bedelini genç meslektaşlarımla paylaşırken yeniden yeniden keşfetmenin tadını çıkarıyorum. Arsızca öğrenmek, daha çok öğrenmek istiyorum… Belki de dünyada eksik bulduklarımı hayallerle bütünlemeye çabalıyorum.

Soldan sağa: Yayın Yönetmeni Aslı Delikara, Tilbe Saran, Akın Yücel

Pandemi koşullarında bu sanat çok sahipsiz kaldı. Dijital sahneler denendi, stand up’lar yapıldı. Güncel durum nedir? Bir toparlanma yaşandı mı?

Pandemi, sektörümüzde olan bazı temel sorunları derinleştirdi. Özellikle küçük ölçekli salonlarda maddi karşılık ummadan hayallerinin peşinden giden pek çok grup dağıldı. Kurumsal kimlikleri daha oturmuş kumpanyaları bile sarstı. Ama her felaketin olduğu gibi pandeminin de bazı artıları oldu. Örneğin Tiyatro kooperatifi kuruldu. Dayanışma ağları oluştu. En güzeli bu oluşumlar İstanbul ile sınırlı kalmadı, diğer kentlere de bulaştı. Öğrenciler, genç mezunlar birbirleriyle ilişkilendi. Canlı performansın sıcaklığında olmasa da yeni mecralar tiyatro sanatına dahil edildi. Yeni teknolojiler yeni arayışlar getirdi. Ayrıca gösteri sanatlarının eğitiminden üretimine var olan yapısal sorunlar masaya yatırıldı, listelendi, adı kondu, çözüm odaklı çalışmalar başladı… Sanat emekçileri, sanat kurumları üzerlerine düşeni yaptı ama anayasada devlet sanatı korur maddesi devletçe çiğnendi. Artık en çok umuda ihtiyaç duyuyoruz. Güvenilir, özgür bir hukuk devletinde hayal kurabilmenin peşinde koşuyoruz. 

Sinemanın olanaklarıyla karşılaştırıp ömür biçilen tiyatro; kendine yeni yaşam biçimleri bulmakta oldukça mahir çıktı. Birçok yeni sahne açıldı, genç bir tiyatro izleyicisi oluştu. Siz tiyatronun geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Anlatacak bir hikayeniz varsa mutlaka sizi dinleyen bir seyirciniz de olacaktır.

2500 yıldır değişe, dönüşe, evrile devrile tiyatro sürmüş. Tüm bu yaşananlardan süzülerek hikayeler anlatılmaya da devam edecek. Şekli değişir, mecrası değişir hatta adı bile değişir ama homo sapiens’in “oyun” ihtiyacı, “oyunbaz”lığı değişmez. Tabii yapay zeka insanlığı nerelere sürükleyecek, robotların “sanat”a ihtiyacı olacak mı onu bilemem. Ama “kültür” dediğimiz büyük insanlık birikimi daima sanatla, sanatsı olanla aktarılmış. Yani bence robotlar bile oyun oynamaktan haz duyacaklardır! Çünkü can sıkıntısına tek iyi gelen şey yaratıcılık!

‘‘Türkiye’nin en iyi kadın tiyatro oyuncusu’’ olarak anılan, aynı zamanda sinema, dizi oyuncusu, seslendirme sanatçısı ve akademisyen Tilbe Saran ile sanattan, hayattan, güzellikten, siyasetten, Burgazada’dan ve elbette büyük aşkı tiyatrodan konuştuk…

BENİM GÜZELLİK TANIMIM: Mutluysam, ağız dolusu gülebiliyorsam, sağlıklıysam güzelim! 

Kadınların sürekli ağladığı ya da entrika peşinde koştuğu, mafyanın, çeteciliğin özendirildiği yapımlar çok fazla. Bu konuda senaristler, yapım şirketleri bir özdenetim yapamaz mı? Daha doğrusu toplumu biçimlendirmede rolü olan dizi sektöründeki cinsiyetçi, şiddeti özendiren dil, sizce nasıl daha hümanist bir çehreye bürünebilir?

Yaramıza parmak bastınız!

Ama eğer dikkatinizi çekmediyse artık eskisine göre klişe “kadın” imgesinde, cinsiyetçi söylemde kırılmaların başladığını müjdeleyebilirim. Sektördeki duyarlı kadın yazarlar, yönetmenler, yapımcılar ve oyuncular söz ettiğiniz özdenetimden fazlasını becerdi. Toplumun duyarlılığı da artıkça “taş fırın” erkeklerinin hiç de sempatik olmadıklarını fark edip daha eleştirel bakabiliyoruz. Gerçekten “adaletli” bir hukuk düzenine kavuştuğumuzda da  adaleti namluya sürülen mermi ile sağlamaya meraklıların devri kapanacaktır. Çok sıkı takip etmiyorum ama yaklaşık 60-70 yeni yapım her sene ekranlarımıza geliyor. Bazısı ana akımın gözünden kaçıyor, bazısı uzun süreli olamıyor, bazısı gündem oluşturuyor vs… Ama emin olun bu konuda emek veren, çalışan kurum ve kişiler var ve artık “kadın kadının kurdudur” söylemi “kadın kadının yurdudur”a evrildi. Sözünü ettiğiniz kalıplar da yakın gelecekte çöp olacak. Tabii bu eşit, özgür ve adaletli iklimin siyasi irade tarafından da benimsenmesi gelişim rüzgarlarını olumlu tetikleyecektir. İstanbul Sözleşmesi’nden hukuksuz biçimde ayrılan bir akıl elbette ki bu mafya özentili dünyanın ana sebebidir.

Tam da bu noktada haklı serzenişinizi niye yüksek sesle sormadığınızı da ben siz izleyicilere sormak istiyorum: tüketeceğimiz bir ürün alırken sağlığımıza zararlı olup olmadığına bakıyoruz, hatta tüketiciyi koruma kurumuna başvurabiliyoruz değil mi? O zaman bu ruhlarımızı yıpratan, ayrımcılık dilini, şiddet döngüsünü sürekli kullanan ürünleri boykot etmek de sizlerin görevi!

Biraz da tiyatronun güzelliklerinden bahsedelim. Sahne tozu yutanlar dizi ve filmlerden çok daha fazla kazansa da sahne aşkı bitmiyor. Bu çekiciliğin ardında ne var?

Seyircinin soluğu var, eli var, gözü var, alkışı var. Aynı anda ve bir kereliğine birlikte kurulan biricik bir oyun var. Hiçbir şey çocukluğun yerini tutamaz değil mi? İşte o çocukluk var… Elinizde tenekeden bir taç var ben kraliçeyim diyorsunuz ve sizi o teneke tacınızla kraliçe gibi gören hayaldaşlarınız var. Paylaşılan acılar, birlikte atılan kahkahalar var. Seyirciler bizim oyun arkadaşlarımız. İnsan arkadaşlıktan vazgeçebilir mi?

Sol Üst: İntikam (dizi)
Sağ Üst: Martı (fotoğraf:
Banu Kaplancalı)
Sol Alt: Cesaret Ana ve
Çocukları (fotoğraf:
Banu Kaplancalı)
Sağ Alt: Çekmeceler (flim)

Çoğunlukla bilge, kendiyle barışık, sakin karakterleri canlandırıyorsunuz. Öylesiniz de. Vega okuyucularına giderek zorlaşan hayatta insan kalabilmek hatta mutlu olmak için ne tavsiye edersiniz?

Mutluluk bekleyerek ulaşılacak bir yer, gökten kucağımıza düşüverecek bir ruh durumu çıkmasını bekleyeceğimiz piyango gibi bir şey değil. Seçmekle ilgili…

Varoluşumuzun sorumluluğunu taşımakla ilgili… Bu coğrafyada, bu iklimde insan olmak da insan kalmak da zor ama varlığımıza anlam veren de bu arayış, bu çaba… Sisyphos gibi her gün koca bir kayayı dev bir dağa çıkaracağız ve bileceğiz ki ertesi gün yeniden o yola en başından başlayacağız. Mutluluk yolda paylaştıklarımızda… Bir çocuğun gülüşünde, karanlıkta tutulan bir elde, kaldırım kenarından başını uzatmış çiçekte, bir kedinin mırmırında…

Oyunculukta başarının ne kadarı yetenek, ne kadarı çalışmaktan gelir? Bu mesleğe gönül veren gençler nasıl bir yol izlemeli?

Şunu sormalılar kendilerine: şart mı? Gerçekten olmazsa olmaz mı? Eğer öyle hissediyorlarsa Sait Faik gibi “yazmasaydım ölecektim” diyorlarsa, çıksınlar bu yola ve bilsinler ki durmadan çalışmaktan başka bir gizli reçete, sihirli bir formül yok.

YILLARDIR TİYATROYA GİTMEYENLER ÇEKİNMESİNLER. Nereden başlarlarsa başlasınlar, KEYİFLERİNİ YERİNE GETİRECEK çalışmalara rastlayacaklar. Genç, cesur YAPIMLAR, harika oyuncular var. Seyirciler de yaratıcı seçimler denemeli! Risk almak eğlencelidir. 

İstanbul’da yarı adalısınız, Burgazada’da yaşıyorsunuz. Bu kararı nasıl aldınız? Adanızda bizlere önerebileceğiniz bir yeme-içme gezme rotası alabilir miyiz?

Pandemi her zaman hasretini çektiğim doğaya daha yakın olma fırsatı sundu bana. Kent benim için sinema, tiyatro, konser, sergi, müze vs demek. Tüm bu etkinlikler olmayınca denizin sesini, göğün mavisini, toprağın kokusunu sessizce yudumlayacağım bir imkân yarattı ada.

Burgaz küçük bir ada, doğrusu yan yana sıralanmış lokantalarımız belli bir kalite sunarlar misafirlerine. Ama Canan ve Rasim’in küçüçük Fincan lokantası farklı tadlar da deneyimleyebileceğiniz özel bir yerdir. Kalpazankaya’da güneş elbet bir başka batar. Yasemin denizle kucak kucağa oturacağınız bir başka keyifli köşe… 

Şu hayatı keyifli hale getirmek için şunları yaparım dediğiniz ne var, biz de yapalım?

Toprakla, denizle, ormanla, hayvanlarla olmak. İyi romanların içinde kaybolmak, sinemanın büyülü dünyasında kaybolmak, dostlara sofra kurmak, imkan buldukça gezebilmek, ulaşabileceğiniz ellere yardımcı olabilmek, bazen  yüz yüze bazen bir telefonla nasılsın demek ve … Arada sırada Küçük Prens’i okumak. 

Estetik uygulamalar oyuncular için tehlikeli bulunur, mimiklerini kaybetme riskinin altı çizilirdi. Artık bu haberleri görmez olduk. Oyuncular da diğer kadınlar gibi öz bakımın bir parçası olarak bu işlemleri yaptırıyor. Sizin bu konudaki fikriniz nedir?

Doğrusu ben aynı dudakları, aynı kaşları, dişleri görmekten biraz sıkıldım. Farklı olanı seviyorum. Tornadan çıkma, fazla dokunulmuş ve doğallığını kaybetmiş yüzleri cansız buluyorum. Gılgamış gibi ölümsüzlüğün peşinden koşma çabalarını da trajik addediyorum. Bakımlı olmak güzel ama kendimize yabancılaşmadan. 

Biz kadınlara karşı şiddetin neredeyse bilerek engellenmediği bir dönemden geçiyorken Batıda kadınlar siyasette giderek yükseliyor ve toplumda söz sahibi oluyor. Bu makas kapanır mı sizce, nasıl kapanır?

Türkiye’de giderek güçlenen bir kadın hareketi var. Ben her daim, ses çıkartmaktan, sokağa inmekten, tava tencere çalıp, şarkı söylemekten kaçınmayan bu güzelim kadınlara güveniyorum. SusmaBitsin platformu gibi sektörü silkeleyen oluşumlardan, müthiş araştırmalar yapan akademisyenlerden ve dikey hiyerarşiyi reddederek yepyeni dayanışma ağları kuran yapılardan, eşitliği savunan ve buna çaba gösteren erkeklerden umut doluyorum. Ama maalesef “Devlet” “erkek” ve makası “erkekçe” açıyor. İstanbul Sözleşmesi gibi onur duyulması gereken bir antlaşmayı önce imzalayıp sonra caymak pek itibarlı bir tutum değil yazık ki!

Gene de her gün ‘bunu kadınlar yapamaz’ denilen işlerde art arda başarılı kadınları görmek, mesela setlerde özellikle kamera arkası teknik ekiplerde artan kadın sayısına tanıklık etmek iyi geliyor. Gümbür gümbür geliyoruz. Çünkü dünya kuşların tek kanatla uçamayacağını biliyor.

CİLDİMİ KORUMAK İÇİN, SON 6-7 YILDIR vegan ürünler kullanıyorum. Onun dışında yılda 2 kez kendimi ellerinize bırakıyorum. 


Tilbe Saran kimdir?

İstanbul doğumlu Tilbe Saran, St. Benoit Fransız Lisesi, İstanbul Belediye Konservatuvarı Tiyatro Bölümü, İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde eğitim gördü. Profesyonel tiyatro yaşamına 1984’de Kenter Tiyatrosu’nda başladı. 1986’da Dormen Tiyatrosu’nda sahnelenen “Hangisi Karısı” oyunundaki rolüyle ilk ödülünü aldı. 1989-1995 yılları arasında İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları kadrosunda sahneye çıktı. 1995’te Cüneyt Türel ve Işıl Kasapoğlu ile birlikte Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu’nu kurdu. 

2005 yılından sonra Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu’yla çalışmaya başladı. 

Fransa’daki Türkiye Sezonu çerçevesinde, 2009-2010 yıllarında Paris’te sahnelenen, Sedef Ecer’in yazdığı “Sur Le Seuil – Eşikte” adlı oyunda rol aldı. Oyun 17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nin konuğu olarak Türkiye’de okuma tiyatrosu şeklinde oynandı.

1985 yılından bu yana tiyatro, sinema ve TV dizisi çalışmalarını bir arada sürdüren, aynı zamanda seslendirme ve sunuculuk yapan, şiir okumalarına katılan Tilbe Saran; 2014-1017 yıllarında Oyuncular Sendikası Genel Sekreteri olarak görev aldı. Akademi İstanbul, Maltepe Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi’nde eğitim kadrolarında yer alan Saran, halen  Kadir Has Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.