Dünyanın en popüler eğlenceliği kriz yaşıyor. Futbol, uzun süredir birçok şey gibi, ortaya çıktığı dönemdeki masumiyetinden uzakta seyrediyor. Vitrindeki takımların sahnede kalabilmek için harcadıkları paralar çoktan astronomik boyutlara ulaştı. ‘Pandemi dönemi’ ise tabloyu daha da kötü hâle getirdi.
UĞUR VARDAN
İlk adımları 19. yüzyıl sonuna doğru atılan, 20. yüzyılda bütün bir gezegeni saran ve dünyanın en popüler seyirliği olan, 21. yüzyılda ise kendisine olan ilgi ve sevgi eksilmese de birtakım sorunları artık kıyıya vuran bir oyun… Evet, futboldan bahsediyoruz; kitleleri her daim peşinden sürükleyen, tribünde, televizyon karşısında (ya da benim gibi yaşı yetenlerin) sokakta izlediğinde kendini hemen kaptırdığı, zaman zaman gerçeklikten koparak başka bir âleme dahil olduğu, oynamanın da elbette bambaşka bir keyif verdiği bir ‘büyü’den yani…
Bu bütün bir yerküreyi saran sihir, Britanya Adası’nda doğdu. Henüz nereye evrileceği belli değilken bir burjuva eğlenceliğiydi. Uzun süre de iplerin kendi ellerinde olmasına gayret gösterdiler. Ama bir vakit geldi, futbol alt sınıfların eline geçti. Çünkü en ucuz spordu; kale direği işlevi gören iki taş, bir top ve oynanacak herhangi bir alan yetiyordu. Ayrıca hafta boyu çok ağır işlerde bedenen yorulmuş kitleleri seyir yoluyla avutacak, eğlendirecek bu çapta başka bir deşarj alanı yoktu.
MARACANA’DAKİ BÜYÜK TRAVMA
Aradan geçen zaman diliminde ise sahneye farklı farklı uluslar çıktı. Özellikle büyük bir podyum görevi üstlenen Dünya Kupası organizasyonu, bu çıkışların ifade alanıydı. Büyük spor organizasyonlarına dair fikirleri genellikle Fransız kökenli spor insanları ortaya atar; mesela modern olimpiyatların kurucusu Pierre de Courbertin’ti. Futbolun şenlik dönemi niteliğindeki Dünya Kupası fikri de bir başka Fransız’dan, Jules Rimet’den çıkmıştı. İki dünya savaşı arasındaki sürede 1934 ve 1938’de düzenlenen organizasyonlar, birkaç ulusun katıldığı turnuvalar niteliğindeydi.
Savaş sonrası ilk hamle niteliği taşıyan 1950 Dünya Kupası, futbola olan tutkusunu gösterme derdine sahip bir ülkenin trajedisine sahne oldu. Brezilyalılar, bu oyunu çok seviyor ve yeteneklerine güveniyorlardı. Ne var ki evlerindeki turnuvanın finalinde, 173.850 kişinin izlediği mücadelede Uruguay’a 2-1 yenilmeleriyle hem maçın oynandığı Maracana Stadı hem de bütün bir ülke gözyaşlarına boğuldu, koca bir coğrafya, unutulması zor bir travmayla karşı karşıya kaldı. Bu hesap, 1958’de İsveç’te düzenlenen kupada kapandı. Pele’li Brezilya bütün dünyaya bu oyunun nasıl farklı bir modelle oynanabileceğini gösterdi. Bir önceki turnuva olan Dünya Kupası 1954 ise, İkinci Dünya Savaşı’ndan büyük bir hezimetle ayrılan Batı Almanya’nın, yeniden yapılanma ve ayağa kalkma hamlesinin ifadesiydi ve Germenler, finalde o dönemin ‘Dream Team’i Macaristan’ı yenerek kupayı kazanıyor ve futbolun asla sadece futbol olmadığı meselesinde yeni bir kapıyı aralıyordu.
Tarih bu alanda ‘mucitler’ için de farklı bir hikâye yazdı. Sadece 1966’da, o da kendi evlerinde düzenledikleri ‘Dünya Kupası’nda mutlu sona ulaşabildiler. Yani Britanyalılarınki hep gerçek bir trajedi oldu. İtalyanlar defansif özellikler taşıyan futbollarıyla, Almanlar makine düzenini andıran ruhları ve sarsılmaz disiplinleriyle, Brezilyalılar estetik, yaratıcı ve herkese zevk veren anlayışlarıyla dikkat çektiler ve oyunun ruhuna ve belleğine derin izler bıraktılar. Yakın modern çağlarda ise önce Fransızlar, sonra İspanyollar sahne aldı ve oyunun göze hoş gelen yanlarını öne çıkarırken aynı zamanda sonuç da alınabileceğini gösterdiler.
Bu bütün bir yerküreyi saran sihir, Britanya adası’nda doğdu. Henüz nereye evrileceği belli değilken bir burjuva eğlenceliğiydi. Ama vakit geldi, futbol alt sınıfların eline geçti.
MARADONA EFEKTİ
Arjantin, Güney Amerika’nın Brezilya’dan sonra futboldaki en önemli gücü oldu.1978’de şampiyonluklarında ‘faşist cunta’nın gölgesi vardı ama 86’da Meksika’da tarihin (bence) en muhteşem oyuncusu kimliğine sahip Diego Armando Maradona’yla birlikte futbol tarihinin belki de en unutulmaz başarılarından birine imza attılar. Keza benzer şekilde Hollanda da oyunun hafızasında derin bir izin ifadesine dönüştü. ‘Portakallar’, Dünya Kupası 1974’te Johan Cruyff önderliğinde muazzam bir başarıya imza attı, finale kadar yükseldi, herkes kupayı onların alacağını sanıyordu ama olmadı. Lakin teknik direktörleri Rinus Michels yönetiminde ortaya koydukları, ‘Total futbol’ olarak adlandırılan tarz, modernize bir çaba olarak zihinlere yerleşti ve sonradan gelen birçok takıma ilham verdi, rol modeli oldu.
Buraya kadar ‘Milli Takımlar’ üzerinden gittik; oyunu elbette sevdiren sadece böylesi ‘üst kimlik’ oluşumları değildi. Futbola olan sevda aslında mahalleden başlar. Ya da benim kuşağım, öncekiler ve birkaç sonrakiler için geçerliydi bu durum. Boş bir arazide ya da okulun bahçesindeki alanda çocuklar plastik bir top peşinde, bir sihirin parçası olduklarını anlar, bıkmadan usanmadan, çoğu kez hava kararana kadar ter dökmeyi sürdürür, o zevkli anların bitmemesini istercesine temaşanın parçası olurdu. Baban, abin, teyze oğlun, kuzenin, en yakın arkadaşın gönül vereceğin renklerde önemli bir veri olur ya da aynı türden kişilere olan kızgınlığın ya da muhalifliğin de bağlanacağın takımı belirlerdi.
Bunlar oyunun, sizin masumiyet yıllarınızdaki tarifine ilişkin veriler… Büyürsünüz, işin renginin o kadar da masum olmadığını düşünebilirsiniz, hatta sevdiğiniz renklerle problem bile yaşayabilirsiniz ama artık geri dönüş yoktur, çocukluk kararınıza, o güne kadar kat ettiğiniz yola, sevdaya, tutkuya ihanet edemezsiniz, bazı şeyleri sineye çeker, yola devam edersiniz…
Futbola olan sevda aslında mahalleden başlar. Boş bir arazide ya da okulun bahçesindeki alanda çocuklar plastik bir top peşinde, bir sihirin parçası olduklarını anlar, bıkmadan usanmadan, çoğu kez hava kararana kadar ter dökmeyi sürdürür.
‘ENDÜSTRİYEL’ PROBLEMLER…
Oyun geçmişte de bütün bileşenleriyle önemli bir para kazanma kaynağıydı ve ekonomik bir sistematiğin merkeziydi. Ama fiyatlar hiç bu kadar yükselmemişti. Oyuncuların transfer ücretleri ve onların menajerlerine aktarılan meblağlar artık astronomik boyutlara ulaştı. Lüks statlar, çok pahalı formalar, bilet ya da kombine fiyatları, canlı yayın için televizyonlara ödenen ücretler derken oyunu takip etmek için artık cüzdanınızdan yüklüce bir miktarın çıkması gerekiyor. Bu sistemi ayakta tutmak için gelire ihtiyaç duyan ve başarı için de hemen her sezon kadroyu yenilemek zorunda olan ‘Büyük takımlar’ içinse borç batağı iyiden iyiye derinleşiyor.
Pandemi süreci işte bu var olan kötü tabloya son çiviyi çakmak anlamına da geldi adeta. Seyircisiz maçlarla futbol ruhunu, kulüpler de gelirlerini kaybetmeye başladı… Bu dönemde forma, flama, tişört, bayrak vs. satışları da geriledi elbet. İşte tam da böylesi bir ortamda ‘Süper Lig’ projesi sahaya sürüldü.
Ama ilginçtir, oluşuma dahil olan Premier Lig kulüplerinin taraftarları meseleye çok çabuk reaksiyon gösterdi.
Britanya futbolunun ünlü simaları, akil insanları, eski yıldızlar, otoriteler, kanaat önderleri de taraftar gibi düşündüğünü gösterdi ve isyan ateşi büyüdü. Kulüplerin sahipleri, başkanları çok kısa bir süre içinde geri adım atmak zorunda kaldı, ‘Süper Lig’ oluşumu belki ‘resmi’ olarak kendisini lağvetmedi ama hızını kaybederek çabuk sönen bir balon halini aldı.
Ya ‘Bizimkiler’in durumu?
Ortalık ‘Süper Lig’ kaosuyla çalkalanırken bu aşamada Türk takımları ne yaptı derseniz, havayı kokladılar, “Belki bizi de çağırır” diye düşündüler ama süreç o kadar çabuk gelişti ki, onların hamle yapacak ya da yapılan hamlelere göre hareket edecek zamanı olmadı. Ardından ‘Süper Lig’ projesinin hamilerinden Real Madrid Başkanı Florentino Perez projeyi anlatmaya çalışırken durumu şöyle tanımladı: “Herkes bir an dürüst olsun, kimsenin izlemediği maçlar var. Benim izlemekte zorlandığım maçlar var ve bu maçlar İngiltere’de, İspanya’da, İtalya’da. Her şeye açığız ama örneğin küçük bir ligden, Türkiye’den bir takım girmek isterse problem olur. Çünkü para büyük maçlardan, büyük rekabetlerden geliyor.” Dolayısıyla o çok böbürlendiğimiz ligimizin dışarıdan nasıl algılandığına dair bir fikir elde etmiş olduk. Gerçi Perez’in bu bakışının futbolun ruhuna uygun olmadığı da bir gerçek. Ama “İşin içine para girince kim futbolun ruhunu düşünür?” derseniz, tabii ki haklısınız…
MASUM DEĞİLİZ HİÇBİRİMİZ…
Aslına bakarsanız işlerin bu noktaya gelmesinde futbol ailesinin var olan ‘resmi’ oluşumları FIFA ve UEFA’nın da büyük sorumluluğu var. Daha fazla maç, daha fazla turnuva, daha fazla TV yayını mantığıyla oyunun modern zamanlardaki, zaten pamuk ipliğine bağlı ruhunu iyiden iyiye bozdular. Malum, UEFA ‘Süper Lig’ hamlesiyle panikledi ama bu oyuna dair ahlaki ya da vicdani kaygılarla olmadı; pazardan payının kısılabileceği ihtimali (ve de gerçeği) korkuttu.
‘Süper Lig’ projesi, ‘Sıcak para’ kokusu, problem yaratan mÂli tablolar için bir çözüm gibiydi. Zaten salgın dönemiydi ve “Kimse, bu ortamda sesini çıkartmaz” diye düşünüldü.
PEKİ BUNDAN SONRA NE OLACAK?
Oyunun eski masum günlerine dönmesi olası değil elbet.
Ama yine de eldeki mevcutla futbolun ruhu, cazibesi, güzellikleri belli ölçülerde korunabilir, güçlülerin zayıfları sürekli ezdiği bir yapıdan nispeten dengeli oluşumlara yelken açılması için gayret edilebilir.
Yoksa farklı ambalajlar eşliğinde yeni ‘Süper Lig’ fikirleri ya da oluşumları tekrar gündeme gelir, gelecektir de…
Sonuçta oyunu açgözlülüğün öldürdüğü muhakkak, asıl olarak buna çözüm bulunmalı…