uğur vardan

/

Futbol hep güzeldi ama onlarla daha bir güzeldi…

Alman futbolunun unutulmaz simalarından Franz Beckenbauer yakın bir zaman önce hayata veda etti. ‘Kaiser’ lakaplı efsane, oyunu güzelleştiren, ileriye taşıyan, özel dokunuşlar katan çok özel bir yetenekti. Futbol, o ve kuşağından birçok isim sayesinde çok büyük dönüşümler geçirdi ve bugün izlediğimiz modern kimliğine ulaştı. Beckenbauer, aynı zamanda ‘Dünya Kupası’nı hem futbolcu hem de teknik direktör olarak kazanan üç isimden biriydi.

UĞUR VARDAN

Franz Beckenbauer’in ölüm haberini sosyal medya üzerinden öğrendiğimde metro durağındaydım.

Elimde olmadan gözümden birkaç damlanın süzüldüğünü fark ettim, parmaklarımın ucuyla onları silmeye çalıştım ve iki dakika sonra gelen metroya atlayıp vagonu dolduran insanların arasına karışıp gittim. Bir-iki saat sonra eve geldiğimde durup düşündüm, aslında ben o dönemde Beckenbauer ve içinde yer aldığı, kaptanı olduğu Batı Almanya’yı sevmek, sempati duymak şöyle dursun (gerçek duygum nefret olmasa da) çok sinir oluyordum.

Gerd Müller – Sepp Maier – Franz Beckenbauer

Çünkü o zamanlar benim için her şeyin başında Hollanda ve onun lider karakterli yıldızı Johan Cruyff gelirdi. Onları, yani sevdiklerimi ve kızdıklarımı 1974’ün yazında keşfetmiştim, tanımıştım. Futbola taraftar ve sevdalı kimliğiyle dahil olalı henüz yedi-sekiz ay olmuştu; Türkiye’den Galatasaray’ı tutmaya başlamıştım. Bu seçimimde rahmetli pederin ve çok sevdiğim uzak teyzemin oğlunun tercihleri ön ayak olmuştu.

O yaz futbol bütün Türkiye’yi TRT’nin siyah-beyaz ekranı sayesinde sarıyordu ve ben tutkunu olduğum yepyeni bir heyecanın herkes tarafından da önemsenmesiyle büyük bir kitlenin parçası olmanın hazzını yaşıyordum. Şöyle de ifade edebilirim; ben bir şeyi sevmiştim, meğerse o şeyi bütün dünya, bütün ülke de seviyormuş.

Turnuva o zamanki bölünmüşlüğün ifadesi olarak ismi Batı Almanya olan ülkede düzenleniyordu. Rinus Michels yönetimindeki Hollanda’da seyir zevki yüksek, kreatif bir futbol oynanıyordu. Ki ben tabii ki o zamanlar bu tespitleri yapacak durumda değildim, ‘Portakallar’ güzel oynuyordu ve işte o güzellik 10 yaşındaki küçük bir çocuğun gönlünü kazanacak kadar kendini ifade edebiliyordu. ‘Less is more’, ‘Az çoktur’du yani… Oynadıkları tarza ‘Total Futbol’ dendiğinin ve bunun oyunun tarihinde çok önemli bir tanım olduğunun farkına çok sonraları varacaktım.

Bu oyunu sizler sayesinde sevdik

Lakin ‘Kaptan Cruyff’ ve arkadaşlarının finalde Batı Almanya’ya 2-1 mağlup olmasıyla futbol sayesinde onca öğrendiğim şeylerden ilklerine tanıklık etmiştim; bu oyunda (ve de hayatta) hep iyiler, güzeller kazanmıyordu. Estetik, yaratıcılık yeri geliyor mücadeleye, disipline, çalışma azmine yenilebiliyordu (aslına bakarsanız bu da kötü bir şey değildi). Ve en önemlisi çok çok umut bağladığın bir takım, tutkunu olduğun bir ekip nihayetinde hedefine ulaşamayabilir ve yenilgi de hem hayatta hem de bu oyunda önemli bir seçenek ve de gerçektir… O yaşlarda futbola da yaşamın diğer alanlarına da sonsuz bir öğrenme ve biriktirme isteğiyle bakarken elbette sana yenilgiyi tattıran karşı tarafın yetilerini, öne çıkan unsurlarını, değerlerini de merak ediyor, tanıyor ve öğreniyordun. Bu açıdan Beckenbauer’la birlikte takım arkadaşları Gerd Müller, Sepp Maier, Berti Vogts, Paul Breitner, Wolfgang Overath vs. de zihnimize yerleşen ve yaşadıkça yerleri sabitleşen isimler oldular…

Beckenbauer’in vefatının ardından birçok yerde kendisi hakkında yazı çıkarken bence en kayda değerlerinden biri The Independent’ın ona ve kuşağına ilişkin saptamalarda bulunulan değerlendirmeydi. Söz konusu İngiliz gazetesi ‘Kaiser’ (‘İmparator’) lakaplı Alman efsanenin aramızdan ayrılmasıyla ‘Ölümsüzler takımı’nın da son temsilcisinin gittiğine dair bir yorumda bulunuyordu. The Independent’a göre bu takımda Pele, Diego Maradona, Johan Cruyff, Alfredo Di Stefano, Ferenc Puskas, George Best ve Bobby Charlton gibi isimler yer alıyordu. Aslında benim gözlerimden süzülen yaşlarda da geçmişe

dair futbolcu, sinema sanatçısı, yönetmen, müzisyen, tiyatrocu, ressam vs. hangi disiplinden olursa olsun her kayıpta karşımıza çıkan, kendisini hatırlatan “Çocukluğumuz bir kere daha öldü” tanımlamasının kullanımında da aynı refleks vardı. Gerçekten de biz büyürken hayatımızı onlar kaplamıştı, sanki ileriye dönük adımlarımızı onlarla birlikte atıyor, gelişiyor serpiliyorduk ve şimdilerde birer birer aramızdan ayrılıp giderlerken bizi her yeni kayıpta daha bir öksüz, daha bir yetim bırakıyorlardı… Kalan tortularda dolaşırken karşılaştığımız en güçlü, en çarpıcı duygu buydu… Biz çok çok büyük bir ailenin üyeleriydik ve bu geniş çemberin içini dolduran kitle giderek eksiliyor, azalıyor, yok oluyordu…

Geride kalanların payına da hüzün, yalnızlık ve acı düşüyor, insan en sonunda yol göstericilerini, abilerini, ablalarını ya da arkadaşlarını kaybetme hissiyle baş başa kalıyordu.

Beckenbauer, Cosmos’ta Pele, Carlos Alberto ve Galatasaray’ın eski kalecilerinden Yasin Özdenak gibi isimlerle birlikte forma giydi…

‘Gelecekten gelmiş gibiydi’

Madem yazının çıkış noktası Franz Beckenbauer, Alman futbolunun bu abide isminin öyküsü etrafında da biraz gezinelim. Futbol kariyeri kulüpler bazında ağırlıklı olarak Bayern Münih’te biçimlenen, Bavyera ekibiyle birçok başarıya imza atan, daha sonra da o dönemler için çok genç bir çağda, 31 yaşında Bundesliga’yı terk edip ‘Yeni dünya’da oyunu sevdirmek için Ahmet Ertegün’ün ortaklığıyla kurulan New York Cosmos takımının yolunu tutan, burada Pele, Carlos Alberto, Chinaglia ve Galatasaray’ın efsane kalecilerinden Yasin Özdenak’la birlikte forma giyen ‘Kaiser’, faal futbolculuk sonrası kulübeye geçmiş, ağırlıklı olarak Bayern’i, Almanya Milli Takımı’nı ve kısa bir süre de Marsilya’yı çalıştırmıştı. ‘Kaiser’, aynı zamanda oyunun tarihinde Brezilyalı Mario Zagallo ve Fransız Didier Deschamps’la birlikte hem futbolcu hem de teknik direktör olarak ‘Dünya Kupası’nı kaldıran üç isimden biriydi. Libero pozisyonunda görev yapardı ve defansın bu önemli parçası konumundaki profile kendince çok önemli zenginlikler, dokunuşlar katmıştı.

Geçmişin futbolunda bazı mevkilerde yer alan oyuncular hücuma iştirak etmeden çakılı oynarlardı. Liberolar da bu kategorinin parçalarıydı.

Beckenbauer, Inter’in unutulmaz sol beki Giacinto Facchetti’den çok etkilenmiş ve onun tarzını uygulamaya çalışmıştı. Ama zaman içinde oyuna katkısı, zekice yorumu ve zarif havasıyla çok çok daha ünlü bir futbolcu olmuş ve rol modeline dönüşmüştü. Futbol denilen oyun tarihsel süreç içinde büyük bir dönüşüm geçirdi. Kuralları, stratejileri, takımların sahada dizilişleri, mevkilerin işlevleri, oyuncuların stilleri sürekli değişti ve bugünkü yapılara ulaşıldı.

Bütün bu kronolojik akışta yıldız isimlerin dokunuşları, varlıkları, oyunu kitlelere sevdirme becerileri çok önemliydi. Franz Beckenbauer de bu isimlerden biriydi.

Yakın bir zaman önce futbola veda eden Bayern’in unutulmaz sağ beki Philipp Lamm önce Zeit Online’da çıkan, sonra da The Guardian’da yayımlanan yazılarının sonuncusunda ‘Kaiser’i anarken 60’lı ve 70’li yıllara ait siyah beyaz görüntüler eşliğinde izlediği futbolun çok yavaş oynandığını fark ettiğini belirtiyordu. Lamm’a göre Beckenbauer’in işte bu ‘yavaşlık çağı’nda oyunu hızlandıran bir öncüydü ve o dönemler için adeta ‘Gelecekten gelmiş biri’ gibiydi…

Franz Beckenbauer’in kaptanlığını yaptığı Batı Almanya, finalde Hollanda’yı 2-1 mağlup ederek ‘Dünya Kupası 74’ün şampiyon olmuştu.

‘EURO 2024’ Almanya’da ama bu kez o yok

Franz Beckenbauer Dünya Kupası’nın 2006’da Almanya’da düzenlenmesi için de çok çaba harcadı ve sonuçta organizasyonu ülkesine taşıdı (Naçizane ben de bu kupayı bir süre yerinde takip etmiş; Arjantin-Meksika (2-1), Brezilya-Gana (3-0), İtalya- Avustralya (1-0) ve Portekiz- Hollanda (1-0) maçlarını çıplak gözle tribünlerden izlemiştim).

Yani oyuncu, teknik direktör ve organizasyon görevlisi olarak futbola hizmet etti. Sonraları Dünya Kupası’nın Rusya ve Katar’a verilmesi için çalışan komisyonun içinde yer aldı, bu aşamalarda rüşvet dağıtıldığına dair haberler çıktı, onun ve birçok futbol insanının adı lekelendi.

Alman basını bu süreçte kendisini hedefe koydu, daha sonra nükseden kimi hastalıkları ve bozulan sağlığı dolayısıyla medya ona karşı saldırılarından vazgeçti ve nihayetinde o da ortalıktan çekildi, gözlerden ırak sakin ama sağlığının gittiği bozulduğu bir hayat sürmeye başladı. 8 Ocak 2024 günü de ailesi bir gün önce, 7 Ocak’ta hayatını kaybettiğini duyurdu.

Yazları futbolla şenlenen yılları biz oyunun tutkunları hep özlemle bekleriz. 2024 işte böyle bir yaz olacak (Türkiye olarak milli takımımız da turnuvada yer alıyor, dolayısıyla ilgi daha bir büyüyecek).

Bu şenliğin adresi de bilindiği gibi Almanya.

Turnuva 14 Haziran’da ev sahibi takımın İskoçya’yla oynayacağı açılış maçıyla başlayacak. Münih’teki Allianz Arena’daki bu mücadeleyle start alacak olan organizasyon 14 Temmuz’da Berlin Olimpiyat Stadı’nda oynanacak final karşılaşmasıyla da sona erecek. Bu kez Almanya topraklarında düzenlenecek futbol karnavalının şahitleri arasında Franz Beckenbauer olmayacak. O ve takım arkadaşı Gerd Müller, bütün maçları tam konumunu bilmemekle birlikte muhtemelen statların en güzel yerlerinden izleyeceklerdir diye düşünüyorum…

Futbol her zaman güzeldi, ama sizlerle bir başka güzeldi. Tarih sizleri çoktan ‘Altın karma’lara, ‘En unutulmaz kadrolar’a kaydetti ve hiçbir zaman oralardan çıkmayacaksınız. Ne o ‘İlk 11’lerden ne de zihinlerimizden…

/

Ah şu Türk futbolunun bitmez tükenmez dertleri!

Geleceğe yönelik yatırımlardan uzak, günü kurtarmak için atılan adımlar… Taraftarın gönlünü almak için yapılan transferler. Uluslararası başarılardan uzak bir tablo… 2023-2024 sezonu henüz başlamışken ve takımlarımız bu kez Avrupa’da heyecan verici bir yolculuğun kapılarını aralıyor gibi gözükürken Türk futbolunun hal-i pür melali üzerine sosyo-ekonomik bir yolculuğa çıkalım dedik.

UĞUR VARDAN

19. yüzyılın sonlarında İngiliz burjuvazisinin en önemli eğlence kaynaklarından biriyken zamanla işçi sınıfı cephesine kayan, gerçek damarını alt kültürlerde bulan, filizlendiği her yerde giderek güçlenen, boy atan futbol, günümüz itibariyle artık gezegenin en popüler sporu…

Oyunun gelişiminde elbette basit kurallarının, herkesi kucaklayan yapısının, ayak becerisinin yanında akılcılığa fırsat tanımasının, stadyum denilen özel mabedinin büyüsünün ve 70’lerden bu yana devreye giren televizyon yayıncılığının da büyük etkisi var. Bu bakımdan çok çabuk sevilen, el üstünde tutulan ve özel anlamlar yüklenen bir spor dalı oldu hep. Öyle ki birçok ülke kendi gen kodlarında yeşerdiği iddia edilen geleneksel sportif refleksleriyle ya araya mesafe koydu ya da eski ilgisini kaybetti ve ‘ayak topu’nun büyüsünde sürüklenmeye başladı.

Bu tür hikâyelerin yaşandığı coğrafyalardan biri de kuşkusuz bizim topraklarımızdı. ‘Ata sporu’ namlı güreş ya da okçuluk gibi dallar yerini futbolun coşkusuna, kitlelerin tutkusuna bıraktı.

Lakin ortaya da şöyle bir durum çıktı; kuruluşları itibariyle geçen yüzyılın başında start alan takımların (Beşiktaş 1903, Galatasaray 1905, Fenerbahçe 1907) sürüklediği bu ‘güzel oyun’ Türk seyircisi nezdinde adeta bir inanç biçimi halini aldı ve ilgi, alaka, sevda her şeyi geride bırakır bir hüviyete büründü.

Ve fakat bu aşk, ne yazık ki karşılıksızdı. Çünkü yerel çizgiler dahilinde belli başlı camiaların önderliğini üstlendiği oyun, yabancı takımlar karşısında beklentileri sağlayamıyor, bir türlü başarı gelmiyordu.

Ne milli takım ne de kulüpler düzeyinde Türk futbolu, sıçrama yapamıyor, gazetelerin atmak durumunda kaldığı “Yenildik”, “Ezildik”, “Gücümüz yetmedi” türünden manşetler eşliğinde 90 dakikalar hüzünlü ve boynu bükük tamamlıyordu.

Sonrasında reform hamleleri izledik… Özellikle iki Alman çalıştırıcı, futbolumuzu ‘modern zamanlar’la buluşturdu. Lig yarışında futbolu, bir İngiliz’in, Gordon Milne’in çalıştırdığı Beşiktaş domine ederken, Euro 84’deki başarısızlığın ardından Federal Almanya Teknik Direktörlüğü görevinden ayrılmak zorunda kalan Jupp Derwall, Galatasaray’ın başına geliyor ve bir yol gösterici olarak hem kulüp hem de milli takım boyutunda bir kabuk değiştirmenin ve kimlik yenilemenin ifadesi oluyordu. ‘Rahmetli’ Derwall’den sonra

bu kez Danimarka’ya oynattığı oyunla Avrupa futbol haritasında dikkat çeken bir önemli figür olarak zihinlere yerleşen Sepp Piontek de Türk Milli Takımı’nın başına geçiyor, böylelikle çemberi tamamlayan ikinci Alman oluyordu.

Devamı gelmeyen tarihi başarılar

Bu küçük ama etkili adımlar sonrasında Mustafa Denizli ve Fatih Terim gibi ‘yerli’ teknik adamların öncülüğünde daha ileri noktalara taşıyor, o zamanki adıyla ‘Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Galatasaray’ın yarı finale kadar uzanması, insanlık yeni bir yüzyılın kapısını çalarken (yani 2000 yılı) yine Sarı-Kırmızılı takımın ‘UEFA Kupası’nın sahibi olması, akabinde ‘Süper Kupa’yı da müzesini götürmesi, kulüpler düzeyindeki en şanlı sayfalar olarak kayda geçiyordu. Keza 1954’ten sonra yine gezegenin milli takımlar bazındaki en önemli organizasyonunda yer alma hakkı elde eden Türkiye’nin, Şenol Güneş önderliğinde 2002 Dünya Kupası’nda ‘Üçüncülük’ unvanıyla buluşması ve unutulmaz bir serüvene imza atması da futbola gönül verenlerin, tutkularına, sevdalarına karşılık bulacaklarına dair bir umudu da yeşertiyordu.

Yıl 2023… Ne yazık ki futbolumuz o yüzyıl başı başarılarından ve tattırdığı sevinçlerden, mutluluklardan hâlâ bir hayli uzakta seyrediyor…

Bunun birçok nedeni var elbet ama öncelikle problem sanırım oyuna bakış açısı ve ait olduğumuz kültürün, coğrafyanın açmazları… Evet, futbolda dün yok, her yeni sezon yeni başarılar, yeni kat edilmesi gereken mesafeler, hedefler vaat eder ve bu yarış, sizin daha önceki kimliklerinizi pek de önemsemez.

Bir sezon öncesinin şampiyonu yeni sezonda aynı başarıyı yakalayamayabilir. Birkaç sezon öncesinin yenilmez, baş edilmez takımı, eski günlerini arayabilir; bunlar futbolun doğası dahilindedir. Lakin oyunun hafızası, geride bıraktığı tortu ve geçmişte inşa edilen temelin üzerinde yükselen bir gelecek, sizin var olan denklemin içinde hareket etmenizi sağlar. Bizde ise bu işler bu seyirde gitmez. Sinemasal bir deyim kullanırsak birçok sahnede karşımıza ‘devamlılık hatası’

çıkar. Şöyle ki futbolumuz 2000’li yıllar içinde Avrupa sahnesinde boy gösteren takımların aldığı kötü sonuçlar yüzünden artık ön sıralardaki mevcudiyetini kaybetmiştir. Bunun da ‘resmiyete’ dökülmüş karşılığı, turnuvalara az sayıda temsilci göndermek, gönderdiğin temsilcilerin de daha fazla sayıda maç yaparak gruplara kalma mücadelesi göstermesidir. Yani yakın geçmişte Şampiyonlar Ligi’nde gruplara direkt gidiyorken artık eleme turu oynamak zorundayız. Nitekim bu sezon Galatasaray tam üç adımlı bir serüvenin ardından kendisini Devler Ligi’nin grup aşamasına kendisini atabildi. Sırasıyla Žalgiris Vilnius, Olimpija Ljubljana ve Molde’yi eleyen Sarı-Kırmızılılar

17 . kez futbolun en gözde vitrini konumundaki Şampiyonlar Ligi’nde en az altı maç oynama hakkını kazandı.

Nitekim Fenerbahçe (Sarı- Lacivertli ekip sırasıyla Zimbru, Maribor ve Twente engellerini geçti) ve Beşiktaş (Şenol Güneş’in öğrencileri de Tirana, Neftçi Bakü ve Dinamo Kiev’i saf dışı bıraktı) da benzer biçimde üçlü virajları döndü ve bu iki takımımız da UEFA Avrupa Konferans Ligi’nde grup aşamalarına ulaştı ve onlar da altı maçlık bir heyecanın parçası olacak…

Icardi – Dzeko – Abubakar

Oyundan çok ‘yıldız ‘oyuncuyu önemseyen zihniyet

Oyundan değil, yıldız futbolcudan yana tavır koyan bir zihniyet, çözümü de elbette tıpkı bu sezonda da olduğu gibi ‘yeni’ transferler’de arıyor. Bir sezon önce havaalanında omuzlarda karşılanan, üçlü çektirilerek ülkeye ayak bastırılan isimler de çok geçmeden ‘miadını dolduruyor’ ve futbol ahalisi, yeni kahramanlarına, yeni hayallere yönelmeye başlıyor. Bu düzende de belki günler kurtuluyor ama aylar, yıllar kaybediliyor.

Öte yandan bir de işin ekonomik boyutu ve ülke gerçekleri var. Sizin liginiz, Tanıl Bora’nın çok sevdiğim deyişiyle ‘Baş altı’ bir lig. Avrupa’nın kalburüstü liglerinin altında seyredenlerin ait olduğu grupta yer alıyorsunuz ve gerçek adresiniz henüz netleşmiş durumda değil. Geçen sezon başlayan sansasyonel transferlere bu sezon da devam edildiği için elbette bir miktar ilgi odağı olabiliyorsunuz, bir de artık ‘Sosyal medya’ çağındayız, yapılan transferler bu yeni mecra yoluyla dünyanın diğer futbol bileşenlerinin de dikkatini çekebiliyor ama önemli olan sürekli transferlerle günü, sezonları kurtarmak değil elbet. Önemli olan yarınları biçimlendirmek…

Haritanın can alıcı noktalarından biri konumundaki taraftarların böyle bir derdi tasası yok; onlar yukarıda da belirttiğim gibi günün kurtarılmasından yanalar. Türk Lirası’nın euro ve dolar karşısındaki durumundan haberdar değillermiş gibi davranıyorlar. İşin mali portresini önemsemiyor, kimi zaman bir sezon önce büyük ümitlerle takıma katılan isimlerin hemen gitmesi talebinde bulunurken ortada hukuki meselelerin, hatta insani yanların olduğunu da kabul etmiyorlar. Yani taraftarın futbol kültürü bu refleksler üzerine inşa olunca yönetimler de özellikle ‘sosyal medya’ çağında günü kurtarmaya bakıyor, bozuk görülen parçaların düzeltilmesi adına yeni transferleri kovalıyor. Bu tablo tabii ki kulüpleri borç batağına itiyor. Ama burada korku gerektirecek bir durum olmadığına dair güçlü bir inanç, daha ötesinde yerleşmiş, adeta gelenekselleşmiş bir yapı var: Batı’daki oturmuş düzenden, ekonomik düzenden ve kurallardan farklı olarak sistem futbol kulüplerini el üstünde tutuyor.

Bu bilinçaltı ve üstü durum, ne kadar açılırlarsa açılsınlar, ne kadar borç yaparlarsa yapsınlar; düzenin onlara karşı hep hoşgörülü ve affedici olacağı inancını besliyor ve kulüpler bu mantıkla hareket ediyorlar.

Sizin bir vatandaş olarak yaptığınız bütün ekonomik adımların pozitif ya da negatif bir karşılığı vardır ve hata yapığınızda nihayetinde cezalandırılmanız da ihtimal dahilindedir.

Ama kulüpler bu düzen içinde her daim kollanıyor, gözetiliyor ve bir şekilde uzatılan yardım eliyle, kapıldıkları ekonomik girdaplardan kurtarılıyor. “Nasılsa devlet bir şekilde bize el atar, kurtarır” fikriyatı eşliğinde de ekonomi ne kadar kötüye giderse gitsin transferler durmuyor.

Keza henüz dördüncü haftası oynanan 2023-2024 sezonunda da bu yazı boyunca altını çizmeye çalıştığım tablonun enikonu bütün parçaları yeniden oluşturuldu.

Bir takımın şampiyon olacağı, diğerlerinin ise bu unvanla buluşamadığı için ‘başarısız’ kabul edileceği bir denklemde söz konusu hedef için çok sayıda transfer yapıldı, milyonlarca Euro harcandı.

Evet, bütün bu çabanın karşılığında belki bazıları için bugün kurtuldu ama hem futbol kalitemiz hem de ekonomik varlığımız yine ipotek altında; bunu da unutmayalım derim. Öte yandan bütün bu transferler eşliğinde oluşturulan takımların Avrupa arenalarındaki performansları asıl belirleyici yan olacak.