PROF. DR. AKIN YÜCEL

/

Polonya’da rota dışı iki kent: Kazimierz Dolny ve Lublin

Polonyalılar tarihi boyunca savaşlarla, işgal girişimleriyle boğuşan yüzyıllar boyunca özgürlük mücadelesi vermiş gururlu bir millet. Aynı zamanda alçak gönüllü ve içten insanlar. Kendi adıma, Türklerle Polonyalıların kimyasının iyi uyduğunu söyleyebilirim.

PROF. DR. AKIN YÜCEL
Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı

Uluslararası Estetik Plastik Cerrahi Derneği’nin (ISAPS) düzenlediği bir toplantıda konuşma yapmak üzere Polonya’ya davet edildim. Polonya’da geçirdiğimiz 3 gün boyunca Kazimierz ve Lublin’i görme fırsatımız oldu. Kazimierz Dolny, yani Aşağı Kazimierz kenti ismini 12. yüzyılda kentin kurucusu olan Prens II. Casimir’den almış.

Vistula Nehri’nin kenarına kurulan kent, tahıl ticareti sayesinde zenginleşmiş ve 16. ve 17. yüzyıllarda önemli bir ticaret merkezi haline gelmiş. Ancak Avrupa’nın Polonya tahılına olan talebinin azalması ile ticari önemini kaybeden kentte ekonomi durmuş, büyüyemeyen kent Rönesans şehir yapısını günümüze kadar korumuş. Bu özgün yapısı sayesinde Kazimierz Dolny 19. yüzyıldan sonra önemli bir tatil beldesi ve sanat merkezi haline gelmiş. Yahudi nüfusunun tamamının yok edildiği İkinci Dünya Savaşı sonrasında kent tekrar onarılmış ve anıt şehir olarak resmen koruma altına alınmış.
Lublin Ukrayna ve Belarus sınırına yakın.

Kazimierz Dolny pazar yeri

Polonya’da erkek işi olarak düşündüğümüz birçok işi kadınlar yapmakta. Plastik Cerrah kadınların sayısı da, diğer eski Doğu Bloğu ülkelerinde olduğu gibi, oldukça fazla. 


Bu nedenle hem 1795’teki paylaşım sırasında, hem de 2. Dünya Savaşı sonrasında Rus işgalinde kalmış. Doğu ile Batının kesişme noktasında yer alıyor. Kentin yeni kesimlerinde tipik Sovyet binaları ve heykelleri yer alıyor. Sur içerisinde kalan eski şehir ise Prag’ı andırıyor. Özellikle eski kentte evlerin tümü yenilenmiş ve çok güzel görünüyorlar.

Lublin’de eski bir berber dükkânı 

Lublin, Polonya’nın en önemli üniversite kenti. 350.000 kişilik nüfusun %35’i öğrencilerden oluşmakta. Bu nedenle enerjisi yüksek bir kent. Şehrin kültür ve eğlence hayatı çok zengin.
Eski şehirde birçok sanat galerisi var. İlgimizi gözünden kanlı göz yaşları akan Meryem heykelinin bulunduğu Dominiken Kilisesi çekiyor. Buradaki bir Meryem ikonasının göz kenarlarındaki üç derin çizgi, Türkler Lehistan’ı ele geçirdiklerinde bir yeniçerinin kılıcı ile Meryem ikonasının yüzüne attığı 3 derin kesiği hatırlatmak için. Daha sonra yapılan bu temadaki tüm ikonalarda Meryem’in yüzü bu 3 kesikle resmedilmiş. Mehmet Ali Ağca’nın Papa suikastını da anımsayınca dikkat çekmeden kiliseyi terk ediyoruz.


Polonya mutfağı ağırlıklı olarak et, pancar ve lahanadan oluşuyor. Bir de pierogi denilen bir tür mantıları var. Birçok çorbanın ve sulu yemeğin içerisine bu mantıdan ekliyorlar. Kapusniak, bizdeki adıyla kapuska da burada çok tüketilen yemeklerden. Ülkenin ödüllü, başarılı bir de birası var. Çiçeksi kokular taşıyan bu hafif birayı (Zywiec) biraseverler mutlaka denemeli. 


Lublin’de Alman işgali sırasında 350.000 Yahudi öldürülmüş. Yaşadıkları mahalle tamamen yok edilmiş ve bir parka dönüştürülmüş. Yok olan mahalleden sağlam kalmış bir sokak lambasını sürekli yanık tutarak olanları unutturmamayı amaçlamışlar.
Yahudi Mirası Müzesi’nde yıkılan evlerin fotoğrafları birleştirilerek mahallenin eski hâli gösterilmeye çalışılmış, artık yaşamayan kişilerin fotoğrafları, bazıları insan boyunda basılmış şekilde sergilenmekte.
Soykırımı unutturmamak adına sergilenen toplama kampları ve soğuk anıtların hem nefreti pekiştirdiğini, hem de yaşanan trajediyi soyutlaştırarak gerçek dışı hâle getirdiğini düşünmüşümdür. Bu müzede ise yok edilen insanlar ve yaşantılar somut ve gerçek olarak zihnimizde canlanıyor. Bu da insana nefretten çok derin bir üzüntü veriyor.

Polonya’da din çok önemli. TOPLUMUN %93’ü Katolik, BUNLARINDA %95’İ İNANÇLI Hristiyanlar. insanların ÜÇTE İKİSİ KENDİSİNİ ‘‘ÇOK DİNDAR’’ OLARAK TANIMLIYOR.

Polonyalılar yüzyıllar boyunca özgürlük mücadelesi vermiş gururlu bir millet. Aynı zamanda alçak gönüllü ve içten insanlar. Kendi adıma, Türklerle Polonyalıların kimyasının iyi uyduğunu söyleyebilirim. Farklı ülkelerdeki toplantılardan hep güzel anılarla ayrıldım. Ancak Polonya’nın hatırası uzun süre sıcaklığını koruyacak gibi geliyor.

Ara sokaklar ressam atölyeleri, küçük galeriler, hediyelik eşya satan dükkânlarla dolu. Marek Andala isimli bir ressamın atölyesini keşfediyoruz, resimlerinden çok etkileniyor ve birkaç tablosunu satın alıyoruz. 

Türkiye’deki Polonya: Polonezköy

Polonya 1795 yılında Almanya, Avusturya ve Rusya arasında paylaşılıyor. Bu paylaşıma Osmanlılar şiddetle karşı çıkıyorlar. İşgale karşı direnen Macar ve Polonyalı aydınları destekliyorlar, ülkeden kaçmak zorunda kalanlara sığınma hakkı veriyorlar. Polonya’nın ulusal kahramanı, şair Adam Mickiewitz ve Nazım Hikmet’in dedesi Konstantin Borzecki, diğer adıyla Mustafa Celaleddin Paşa da bilinen göçmenlerden. Polonezköy, ya da Adampol, bu dönemde gelen mülteciler tarafından kuruluyor. Polonyalı ve Macar aydınların Osmanlı’nın modernleşmesi üzerine de önemli etkileri oluyor. Konstantin Borzecki ilk Türkoloji kitabını yazıyor. 

Şehir Cüceleri Wroclaw (sol üst), Auschwitz Kampı (sağ üst), Polonyalı bilgin Kopernik‘in tuzdan heykeli (sol alt), Chopin’in kalbinin gömülü olduğu kilise (sağ alt)

Polonya hakkında kısa kısa…

Tarihi boyunca savaşlarla, işgal girişimleriyle boğuşan Polonya, 10. yüzyıla kadar uzanan derin bir geçmişe sahip. Sınır komşusu olduğu ülkelerden ilham alsa da bunları harmanlamayı ve kendi kültürünü ortaya çıkarmayı başarmış.

Wroclaw Cüceleri
Polonya’nın Wroclaw eyaletindeki cüce heykelleri de turistlerin ilgi odakları arasında. Şehrin pek çok yerinde yemek yiyen, oyun oynayan, ATM’den para çeken, hapis yatan cüce heykellerine rastlamak mümkün. Cüce heykellerinin hikâyesi 80’li yıllarda baskıcı politikaları eleştiren gençlerin gerçekleştirdiği protestolara dayanıyor. Kendilerine “Alternatif Turuncu” adını veren bu grup eylemlerinde cüce gibi giyiniyor ve duvarlara cüce resimleri çiziyor.
2001 yılında kente “Alternatif Turuncu Anıtı” olarak da bilinen “Baba Cüce” (Papa Krasnal) heykelinin dikilmesinin ardından şehirdeki cüce heykellerinin sayısı artıyor.

Tuz madenleri
Krakow, Wieliczka ve Bochina tuz madenleri de Polonya’da ziyaret edilmesi gereken noktalar arasında.Bunlardan Bochina ve Wieliczka, UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak listelendi.
Tuz madenlerinin en önemlilerinden olan Wieliczka, 327 metre derinliğe ve 300 kilometre tünel uzunluğuna sahip. Yaklaşık 3.5 kilometrelik bir kısmı ziyaretçilere açık olan bu müzede ünlü insanların ve mitolojik karakterlerin tuzdan heykelleri var. Müzede tuzdan üretilen kozmetik ve dekoratif ürünleri satın almak mümkün.

Chopin ve Polonya
Dünyaca ünlü besteci Fryderyk Franciszek Chopin, Varşova’da doğdu ve ilk gençlik yıllarını burada geçirdi. Daha sonra Paris’e yerleşen ve burada yaşamını yitiren ünlü bestecinin kalbi ise Varşova’da bulunan Kutsal Haç Kilisesi’nde saklanıyor. Varşova’da birçok salonda Chopin’in eserlerini çalan salonlara, mekânlara rastlamak mümkün. Sokak müzisyenlerinin klavyelerinde Chopin ezgileri var.

Toplama kampları
Tarihin utanç vesikaları arasında yer alan Nazi toplama kamplarından en bilinenleri Polonya’da bulunuyor. Auschwitz ve Birkenau dışında Majdanek, Sobirbor, Plaszow, Gross Rosen ve Stutthof gibi kamplar da Polonya’da. Çoğu müzeye dönüştürülen bu kamplarda ziyaretçilerin etkisinden kurtulamayacakları acı belgeler, binalar, objeler var.


Nazım Hikmet/Lehistan Mektubu

Dedesi Polonyalı olan Nazım Hikmet, vatanseverlikleriyle ünlü Leh halkı ve mücadelesini Lehistan Mektubu şiirinde anlattı, ülkenin sürekli işgal edilmesinin bir sebebi de Nazım’ın şiirinde anlattığı verimli ve güzel ovalardı.

…..

Lehistan ovasında bahar.
ışığında şahin olup uçasın gelir,
deresinde sazan olup yüzesin gelir,
yeşili çiğ çiğ yiyesin gelir.
bir bizim oraların baharları böyledir
sesin var mı yok mu bakmaz
zorla türkü söyletir.”


 

Akın Yücel ve Aslı Delikara, Sadık Usta ile söyleşi öncesinde...

Felsefeden Uzaklaştıkça Sürekli Eğlence ve Anlık Zevk Peşinde Koşan İnsanlardan İbaret Bir Toplum Hâline Geldik.

Hayatın anlamı var mı? Mutluluk nedir? Özgürlük nerede başlayıp nerede biter? Biz nereden geldik, nereye gidiyoruz? Dünyayı Değiştiren Düşünürler adlı 5 ciltlik değerli bir çalışmaya imza atan, düşünür/yazar Sadık Usta ile felsefenin hayatımızdaki yerini konuştuk.

AKIN YÜCEL
Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı

ASLI DELİKARA

Felsefe yapmak, mevcut değerleri eleştirmek, inançları sorgulamak, onları sarsmak gibi bir sonuç yarattığı için filozoflar her çağda sakıncalı insanlar sayıldı. Bu uğurda toplumdan uzaklaşan, dışlanan hatta hayatını kaybedenler oldu. Ama dünyayı onların fikirleri değiştirdi. Bu konuda 5 kitaptan oluşan değerli bir çalışmaya (Dünyayı Değiştiren Düşünürler) imza atmış düşünür-yazar Sadık Usta ile felsefe hayatımızı nasıl değiştirir üzerine konuştuk. Kendisine hediye kitaplarımız, mükemmel çay sofrası ve keyifli sohbet için bir defa daha teşekkür ediyoruz.

Akın YücelBizim toplumumuz felsefeye dargındır. Sözü uzatan, sonuç almaktan uzak tartışmalar için “Felsefe yapma” denir. Nedir felsefeyle alıp veremediğimiz?
İnsan yapı itibarıyla kolaycılığa yatkın. Bizi derin düşünmeye teşvik eden şeylerden çok fazla hoşlanmayız, çünkü bize ekstra çaba harcatır. Doğası gereği insan “armudun pişip ağzına düşmesini” ister. Onun için de felsefeyi ve felsefeyle uğraşanları aşağılamayı bir meziyet sayar. Felsefeden uzaklaştıkça sürekli eğlence ve anlık zevk peşinde koşan insanlardan ibaret bir toplum hâline geldik. “İcat çıkarma” yine kültürümüzdeki düşünsel kuraklığı gösteren deyimlerden biri. Farklı düşünmek, yenilik getirmek desteklenmez bizde, sonuçlarını da hep birlikte gözlemliyoruz.

Akın Yücel-Felsefenin konu edindiği mutluluk, iyilik, ölüm korkusunu yenmek, başarısızlıkla mücadele etmek gibi kavramlar üzerine aslında hepimiz düşünüyoruz. Ama bunun için okumalar yapmak, kendi düşünce sistemini oluşturmak çoğu kişiye zor geliyor. Öneriniz nedir?
Ne yazık ki ortalığı, ihtiyaç var diye kişisel gelişim kitapları, ilişki koçluğu ve kuantum enerjici dalavereler kaplamış durumda. İnsanların çoğu, bir konuda bilinçlenmenin, sorunları çözerek öğrenmek; yani yaşamı dönüştürmek olduğunu kavrayamıyor. Onun için hep başkalarının yönlendiriciliğine muhtaç kalıyor. Bir de zihinsel açıdan çok tembeliz. Başkası bize çözümleri hap gibi versin istiyoruz. Halbuki insan, çevresini değişmeye ve dönüştürmeye cesaret ettiğinde aynı zamanda kendi hayatını da değiştirmiş olur! Felsefe size doğru soruyu sordurur, kendi cevabınızın peşine düşmenizi sağlar. Felsefeden ihtiyacı olan hayat bilgisini, ancak buna cesareti olanlar alır.

FOTOĞRAFLAR: OZAN PEKTAŞ

Akın Yücel-Peki felsefe hayatımızı nasıl değiştirir, neye hizmet eder?
Hayatta karşılaştığımız sorunlar çoğunlukla apaçık değildir, o önümüze birbiri içine girmiş yumak gibi gelir. İşte felsefe burada devreye girer. Toplumsal yaşamda hangi sorunun önemli, hangisinin önemsiz olduğunu felsefe sayesinde öğreniriz. Çünkü felsefe bize, sorunları ve ödevleri sıraya koymayı; sorular ve çözüm yolları arasında hiyerarşi kurmayı öğretir. Örneğin mallar ve eşyalar ediniriz. Sahip olduğumuz ve tükettiğimiz her şey bize onları kazanmak için zaman harcatır. Zamanımızı gerçekten ihtiyacımız olmayan şeyleri edinmek ve tüketmek için harcamışsak, hayatımız da bir anlamda biz henüz onu anlamadan ve yaşamadan akıp gitmiştir. Gerçekten ihtiyacımız olmayan şeylere harcadığımız her zaman birimi; kültürden, sanattan, ailemizden, arkadaşlarımızdan, yani bizzat hayatımızdan esirgediğimiz zamandır.


Felsefe nedir? Nasıl bir ihtiyaçla doğdu?

Felsefe, insanın sınırlı bilgisiyle, evrenin sınırsız bilgisine kafa tutmasıdır.
Çevremizi ve hayatımızı felsefeyle kavrarız. Biz aslında bilgiyi, ona ihtiyaç duyduğumuz için merak ederiz. Kuşkusuz modern çağda ilk anda ihtiyaç duymadığımız bazı bilgileri, “timsah avını yerken neden göz yaşı döker” ya da “evren boşluğa doğru mu genişler” vb. soruları da merak ediyoruz. Ancak bu merakın arkasında ilk anda fark edemeyeceğimiz başka ihtiyaçlar var. Felsefe bize, ilk bakışta ilişkili olmadığını düşündüğümüz bilgilerin de derinde birbiriyle bağlantılı olduklarını kavratır. 


Aslı Delikara-Evet, bu noktada Nietzsche’nin “Eğer insan gününün sekiz saatinden fazlasını çalışarak geçiriyorsa, ne iş yaparsa yapsın, o bir köledir” tespitine katılmamak mümkün değil.
Kesinlikle…

Akın Yücel-Estetik, güzellik, Altın Oran gibi kavramlar felsefeyle biz plastik cerrahların ortak kavramları. Bu konularda ufuk açıcı bulduğunuz düşünürler kimler?
Estetik kavramı felsefenin en önemli, en çok kafa yorulan alanlarından biri.
Bu terim ilk kez 18. yüzyılda kavramlaştırıldı. Kısacası bu kavram, insani duyguların niteliğini ifade eder. Geçmişte birçok filozof, örneğin Sokrates, Platon, Aristoteles, Kant vb. bu konuda tanımlar geliştirmişlerdir. Sokrates’e göre “Güzellik, kısa süren tiranlıktır.” Platon’a göreyse, “doğanın bir ayrıcalığı.” Theokritos’a göreyse, “fildişinden bir bela”; Karneades’e göre “korumasız krallıktır.” Aristoteles ise güzelliği, “her türden tavsiye mektubundan daha etkili” bir varlık olarak görür. Kant’ın bu konudaki görüşü ise daha kapsayıcıdır. O güzelliği, salt görünüş olarak değil, “bütünlükteki uyum” olarak görür. Bütünlük denince de aklımıza, karakter, zeka, birikim, yetenek, görünüm, davranış vs. gelmeli.

Akın Yücel-Sizce neden yeni filozof veya felsefi akımlar çıkmıyor? Bilimin gelişmesi, bilişsel süreçlerdeki biyolojik temellerin anlaşılması felsefeye duyulan ihtiyacı ortadan kaldırdı mı? 
Felsefi akımların ya da filozofların ortaya çıkması, siyasetçilerin ya da bilim insanlarının ortaya çıkması gibi olmuyor. Siyasetçilerin ve bilim insanlarının başarı veya başarısızlıklarını kısa sürede görebiliriz, ancak filozofları ya da onların temsil ettiği felsefi öğretileri birkaç kuşak sonra fark ederiz. Bu durum çok normal, çünkü genelde filozoflar ileriye ve geleceğe işaret ederler. 

Filozoflar uzağı ve geleceği sıradan insandan daha erken fark ettikleri için, onların düşünsel etkilerini birçok insan hemen fark edemez. Felsefi akımlar, meyvesini yediğimiz ağaçlar gibidirler. Onların meyvesini yeriz fakat çoğunlukla o ağaçları kimin dikip yetiştirdiğini bilmeyiz. Şu anda da birçok filozof adayı veya felsefi öğretiyle yüz yüzeyiz ancak bunu biz değil gelecek nesiller algılayıp değerlendirecektir.

Bilim ve felsefe ilişkisine gelince: bilim, felsefenin önünü açar ancak felsefe de bilime ufuk kazandırır. 

Felsefe bilimin etik sınırlarını sorgulatır. “Güvenlik ya da sağlık için özgürlükten ne kadar ödün verilmelidir?” tartışmasını başlatır. İçinde sorgulama olmayan bilimin, tiranlığa dönüşme tehlikesine işaret eder. 

Atina Okulu adını taşıyan fresk, İtalyan ressam Raffaello Sanzio 
tarafından 1509-1511 yılları arasında yapılmıştır.  Bilim ve felsefeye bir saygı duruşu olan çalışmada kimlerin olduğu tartışılsa da Platon, Aristoteles, Sokrates, Pisagor, Öklid gibi filozof ve bilim insanlarının yer aldığına kesin gözüyle bakılır.

Platonik aşk deyimi Platon’dan geliyor

Bizler genellikle aşk ve cinselliği aynı cümlede kullanırız fakat bunlar felsefi açıdan farklı kavramlardır. Cinsellik bedensel hazla, aşk ise olağanüstü bir ruhsal durumla ilişkilendirilir. 
“Platonik aşk” adını ünlü filozof Platon’dan alır. Platon meşhur eseri Devlet’te mümkün olamayacak kadar ideal bir devleti tasvir eder. Gerçekleşmesi mümkün olmayan, ama “gerçekleşse ne kadar da güzel olur” denilecek arzuları tarif için “Platonik” deyimi oluşturmuştur. Platonik aşk, bedensel hazzın bulaşmadığı, cinsellik yaşanmadan salt zihinde var olan bir durumu tanımlar. 


“Aforizmalar o düşünürün felsefesini merak ettiriyorsa ne güzel.” 

Aslı Delikara-Filozofların aforizmalarını (özlü sözlerini) çok beğeniyoruz ama o cümle koca bir denizde damla sayılır. Aforizma sevgisi bizi felsefeyle buluşturabilir mi?

İnsanlar aforizmaları çok sever, çünkü onlar kavranması zorlu durumları bir cümleyle ifade edebilirler.  Aforizmalar o düşünürün felsefesini merak ettiriyorsa ne güzel, fakat çoğunlukla o aforizmaların belli bir deneyim, yaşanmışlığın ve çözümlemenin ürünü oldukları unutulur. 

Aforizma, belli bazı sorunlarımızı aşmak için yutmamız gereken bilgi hapı değildir. Duyması ve okuması çoğunlukla güzel fakat aldatıcıdır; çünkü insanı somut durumu analiz etmekten alıkoyar.

Felsefe bilimin etik sınırlarını sorgulatır.  “Güvenlik ya da sağlık için özgürlükten ne kadar ödün verilmelidir?”tartışmasını, felsefe başlatır.

Fransız ressam Jacques Louis David’in 1787 yılında yaptığı “Sokrates’in Ölümü” adlı resimde, dönem tanrılarını tanımadığı için ölüme mahkûm edilen Sokrates’i baldıran zehirini içmek üzereyken görürüz.

Aslı Delikara-Felsefeye en ciddi eleştirilerden biri yine bir düşünür olan Karl Marx’tan geldi. “Filozoflar dünyayı sadece yorumlamakla yetindiler, oysa aslolan onu değiştirmektir.” diyordu. 1) Felsefenin dünyayı değiştirmek gibi bir amacı var mı? 2)  5 ciltlik seriniz “Dünyayı Değiştiren Düşünürler” adını taşıyor. Bu, soruma bir tür cevap mı? 

Kuşkusuz felsefenin, doğrudan dünyayı değiştirmek gibi bir amacı yok fakat filozofların olmalıdır. Ki Marx da buna dikkat çeker. Ancak şu uyarıyı da yapmakta yarar görüyorum: Felsefeciler politikacı ya da sürekli sokakta eylem yapan insanlar değildir. İnsan hem felsefeci hem de politikacı olabilir fakat böyle bir koşul yok. Dünyayı Değiştiren Düşünürler’de insanlık tarihinin önemli dönemlerinde toplumsal-siyasal-kültürel krizlere çözüm önerileri getiren, bilim ve kültürel alanda tıkanıklığı aşmamızı sağlayan düşünürlere yer verdim. Bu kişiler, doğrudan amaçlamamış olsalar da dolaylı olarak zihnimizin yeni ufuklar kazanmasına, bilinçlerimizin keskinleşmesine, dünyanın da değişmesine katkıda bulunmuşlardır.

İnsanlar aforizmaları çok sever, çünkü onlar kavranması zorlu durumları bir cümleyle ifade edebilirler. 

Aslı Delikara-Tarihsel bir atışma var; “Felsefenin Sefâleti mi/Sefâletin Felsefesi mi” Kim haklı? 

Anarşist kuramcı-düşünür Pierre-Joseph Proudhon, sosyalist düşünceyi insanları yoksullukta eşitlemeye çalıştığı, sefâletin övgüsünü/felsefesini yaptığı düşüncesi ile eleştiriyordu. Görüşlerini “Sefâletin Felsefesi” (1846) kitabında topladı. Marx ise; toplumsal meseleler üzerine sadece düşünmenin çözüme faydası olmadığını, “düşünmekle birlikte eyleme de geçme gereğinin” altını çiziyordu. Marx’a göre eşitsizliğin farkında olan insanların sadece tartışıp harekete geçmemesi, mevcut düzenin ekmeğine bir nevi yağ sürmekti. Bu eleştirisini Proudhon’un kitabına nazire yaparak, bir kelime oyunuyla “Felsefenin Sefaleti” kitabında (1847) dile getirdi. 

Kanımca bu, günümüzde hâlâ popüler bir tartışma konusu olan “yoksullukta mı yoksa refahta mı eşitlik” tartışmasına ilk ciddi giriştir.


Sanki bu günü anlatıyor

“En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alış veriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış-veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu zaman, maddi olsun, manevi olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği zamandır.”

Felsefenin Sefâleti, Karl Marx 


Felsefeyi sevdiren kitaplar 

Öneri: Akın Yücel
Dünyayı Değiştiren Düşünürler/Sadık Usta
Denemeler/Montaigne 
Siddhartha/Herman Hesse  
Ermiş/Halil Cibran
Deliliğin Tarihi/Foucault 
Öneri: Sadık Usta
Filozof Olmayanlar İçin 
Felsefeye Giriş/L. Althusser
Felsefe El Kitabı/S. Hilav
Felsefenin Öyküsü/W. Durant
Felsefeye Giriş/Afşar Timuçin
Elmar Holenstein/Felsefe Atlası
Öneri: Aslı Delikara
Felsefenin Tesellisi/Alain de Botton 
Zerdüşt Böyle Buyurdu/Nietzsche
Kahkaha Benden Yana/Kierkegaard 
Aşkın Metafiziği/Schopenhauer
1844 El Yazmaları/Karl Marx
/

Afrika’nın en ucunda bir Akdeniz’li: Cape Town

Uluslararası Estetik Plastik Cerrahi Derneği’nin (ISAPS) düzenlediği bir toplantıda konuşma yapmak üzere Cape Town’a davet edildim. THY’nin direkt uçuşu var. Uçuş yaklaşık 14 saat sürmesine karşın, Güney Afrika ve Türkiye arasında saat farkı yok. 

PROF. DR. AKIN YÜCEL
Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı

Cape Town, Buenos Aires ve Sydney ile aynı enlemde. Bölgede Akdeniz iklimi hakim. Doğası adeta cennet. Güney Afrika, bitkisel bio-çeşitlilik açısından dünyanın en zengin bölgesi, ancak yaşam konforu açısından aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. 

Kent merkezine giden yolda kilometrelerce gecekonduların içinden geçiliyor, bazıları kontrplak ve kartondan yapılmış. Şehri çevreleyen bu yoksul kalabalığın baskısını insan sürekli üzerinde hissedip üzülüyor.

Şehirde görülmeye değer yerlerden biri Masa Dağı. Düz bir masaya benzeyen şehirdeki biyolojik ve iklimsel çeşitliliği 1000 metre yüksekliğindeki bu dağ sağlıyor. Birçok endemik bitki çeşidinin yer aldığı Masa Dağı Ulusal Parkı, UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak koruma altına alınmış. Akşamüstleri, kent sakinlerinin ‘masa örtüsü’ olarak isimlendirdikleri ince beyaz bir bulut, Masa Dağı’nın üzerini örtüp kenarlarından aşağıya doğru sarkıyor. Şehir merkezi bu dağın oluşturduğu doğal amfi-tiyatronun içine kurulmuş. 

Kirstenbosch Ulusal Botanik Bahçesi 36 hektarlık bir alana kurulmuş. Olağanüstü güzellikteki bu park, birçoğu nadir rastlanan 7000 bitki türünü barındırmakta. 

ŞEHRİN KALBİ VICTORIA & ALFRED WATERFRONT BÖLGESİ
Kentin en popüler yeri Victoria& Alfred Waterfront bölgesi. Büyük bir yat limanını çevreleyen çok sayıda lokanta, kafe ve dükkanın yer aldığı bölgede aynı zamanda ‘İki Okyanus Akvaryumu’ da yer alıyor. Şehirde gençlerin gittiği, bar ve gece kulüplerinin en yoğun bulunduğu bölge ise Longstreet. Yat limanında yemek yiyip Longstreet barlarında müzik dinleyip içki içmek iyi bir seçenek.  Cape mutfağı et ağırlıklı. Et dışında zengin deniz ürünlerinin servis edildiği lokantalar da mevcut. Ve tabii ki şarap… Cape bölgesi dünyanın önemli şarap üreticileri arasında. Güney Afrika şarapları dünyanın en kaliteli şarapları listesinde zirveyi zorluyor. Yat limanında yer alan Nobel Meydanı’nda, ırk ayrımına karşı verdikleri mücadeleden ötürü Nobel Barış Ödülü almış 4 Güney Afrikalının heykellerini görüyoruz: Albert Luthuli, Rahip Desmond Tutu, F. W. de Klerk ve Nelson Mandela. 

Güney Afrika, normalde doğal ortamlarında göremeyeceğiniz hayvanları, yaşam alanlarında izleyebileceğiniz safariler için de sıkça ziyaret ediliyor. Sizce de şu manzarayı görebilmek için değmez mi?

FIRTINA BURNU’NDAN ÜMİT BURNU’NA
Cape bölgesi 1486 yılında Portekizli denizci Dias tarafından keşfedilmiş. Hava koşullarının ve denizin çetinliği nedeni ile Dias en güneydeki buruna “Fırtına Burnu” adını vermiş. Ancak Portekiz kralı Hindistan’ın zenginliklerine doğru sefer yapacak denizcileri yüreklendirmek için ismini “Ümit Burnu” (cape of good hope) olarak değiştirmiş. Bölgenin ilk yerleşimcileri 1652 yılında Cape Colony’i kuran Hollandalılar. Daha doğrusu Hollandalıların iddiası bu yönde. Ancak Güney Afrika dünyadaki en eski insanımsı fosillerinin bulunduğu bölge. Bu bölgedeki mağaralar UNESCO tarafından “İnsanoğlunun Beşiği” adı altında Dünya Mirasına dahil edilerek koruma altına alınmış. 

10.YY’dan sonra Cape bölgesine kuzeyden inen Bantu dili konuşan kabileler yerleşmiş. Zulu ve Xhosa’lar burada devlet kuran iki önemli Afrika medeniyeti. Hollandalılar yerlilerle sınır savaşları yaparak topraklarını genişletmiş. Siyah Afrikalı köleleri daha çok tarım ve inşaatta kullanan Hollandalılar, ev işlerinde kullanmak üzere İndonezya, Malezya ve Madagaskar’dan da köle getirmiş. Fransız Devriminden sonra Fransa’nın Hollanda’yı işgal etmesi ve Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nin iflas etmesi üzerine, koloninin Fransızlara geçmemesi için İngilizler 18.YY’ın sonunda Cape bölgesini işgal etmişler. Bu tarihten sonra  Hollandalılar ve İngilizler, arada çatışmalar olsa da bir arada yaşayabilmiş ve 1854’de Parlamento kurulmuş. O tarihten beri Güney Afrika parlamenter demokrasi ile yönetilmekte ve askeri darbe görmemiş tek Afrika ülkesi olma özelliğini korumakta. 

ALTIN VE ELMAS MADENLERİNİN KEŞFİ IRKÇI BASKILARI ARTIRMIŞ
1860’larda altın ve elmasın bulunması ile bölgenin ekonomik gücüyle birlikte madenlerin kontrolünü elde tutabilmek için yerli halka baskılar artmış. 1800’lerin sonlarında İngiltere bölgenin kontrolünü ele geçirmiş ve 1931’de ülke tam bağımsızlığını kazanmış. 

Irk ayrımı 1948’de kurumsallaşmış ve insanlar yasalarca ırklarına göre ayrılmış…

1948 yılında beyazların oluşturduğu Birleşik Parti’nin seçimleri kazanması ile ırk ayrımı kurumsallaşmış ve “Apartheid” rejimi resmen başlamış, ülkenin tüm yerüstü ve yeraltı zenginliğinden nüfusun %20’den azını oluşturan beyazların yararlandığı bir sömürü sistemi kurulmuş. Irklar arası evlilikler yasaklanmış ve sert cezalar getirilmiş. Irk ayrımı nedeni ile Güney Afrika’ya karşı uluslararası baskı artarak ülke izole edilmiş ve 1961’de Commonwealth’den çıkartılmış.

IRKÇILIK KARŞITI MÜCADELENİN SEMBOLÜ MANDELA

Mandela önderliğindeki Afrika Ulusal Kongresi’nin ırkçı rejime karşı başlattığı mücadele, ülke dışından da destekçi bulmasına rağmen Botha rejimi baskıları artırarak sürdürmüş. Çok uzun ve özverili mücadeleler sonunda 1994 yılında ırk ayrımı ülkede resmen yasaklanmış. Yapılan seçimlerde Afrika Ulusal Kongresi (Partisi) iktidara gelmiş ve 27 yılını bu uğurda hapishanede geçiren Nelson Mandela devlet başkanı olmuş.

Cape bölgesi dünyanın önemli şarap üreticileri arasında.
Güney Afrika şarapları dünyanın en kaliteli şarapları listesinde zirveyi zorluyor.

GÜNCEL DURUM
Demokratik seçimler ülkedeki sorunları çözmeye yetmemiş. Mandela’nın karısının ülke yönetiminde aktif rol oynaması, kadınların güçlenmesini istemeyen tutucu siyahlarda rahatsızlık yaratmış. Mandela’dan sonra güçlü bir lider gelmemesi, yolsuzluk ve rüşvetin kontrolden çıkması yönetimi zayıflatmış. 

1994’de ülkedeki beyaz azınlığın bir kısmının İngiltere ve Hollanda’ya geri dönmesi, siyahların hızlı nüfuz artışı, Zimbabwe, Kongo, Ruanda, Eritre, Somali gibi iç savaş ve kıtlık yaşayan Afrika ülkelerinden çok sayıda mülteci gelmesi ile nüfus yapısı daha da değişmiş. Şu anda ülkede 5 milyon kaçak göçmenin bulunduğu tahmin ediliyor. 

 Bu değişim işsizlik ve yüksek suç oranı olarak yansımakta. Güney Afrika şu anda Afrika’nın ikinci büyük ekonomisi olmasına karşın gelir dağılımı hâlâ çok bozuk. 15-65 yaş arası nüfusun yaklaşık %26’sı işsiz. Özellikle Atlantik kıyısında yer alan lüks konutlar bir özel güvenlik ordusu tarafından korunuyor ve bu ordu ülkenin resmi ordusundan daha kalabalık.

“RaInbow NatIon”, Güney Afrika’ya çok uyan bir isim. Nüfusun %80’ini siyahlar oluşturmakta. Geri kalanlar beyazlar, Hint ve Asya kökenliler. Ülkenin 11 de resmi dili var. Gerçek bir gökkuşağı!

AIDS BÜYÜK SORUN OLMAYA DEVAM EDİYOR
İşsizlik, yoksulluk ve yüksek suç oranları dışında Güney Afrika’nın bir sorunu da AIDS. Yaklaşık 7 milyon kişi HIV pozitif. Siyah nüfusun %14’ü AIDS’li. Bu kadar yaygın olmasının önemli sebeplerinden birisi aslında kültürel. Cinsel yolla bulaşan hastalıkların bakire bir kızla seks yapınca düzeleceğine dair korkunç bir inanış hakim. Bu nedenle özellikle AIDS hastaları arasında tecavüz çok yaygın. Neredeyse her 3 kadından birisi tecavüze uğramakta ve bunların birçoğu çocuk yaşlarda.

GÖKKUŞAĞI ULUSU
İlk olarak rahip Desmond Tutu tarafından kullanılan ve Nelson Mandela’nın da kullandığı “Rainbow Nation”, Güney Afrika’ya çok uyan bir isim. Nüfusun %80’ini siyahlar oluşturmakta. Geri kalanlar; beyazlar, Hint ve Asya kökenliler. 

Ülkenin 11 resmi dili var. Nüfusun yarıya yakını Zulu ve Xhosa gibi Bantu dillerini konuşuyor. Eski Hollandacadan türetilmiş bir dil olan Afrikaan da yaygın olarak kullanılmakta. İngilizce ise ancak %10 kadar konuşuluyor. Ama sokakta tüm bu dilleri bir arada duymak mümkün. Bantu dilleri çok eğlenceli ve müzikal. Konuşurlarken sürekli dillerini de şaklatıyorlar ve bu da konuşma sırasında canlı bir ritim oluşturuyor.

Afrika müziği ve dansı güçlü ritimlere, özellikle de vurmalı çalgılara dayalı. Yat limanında sokak grupları tarafından sergilenen müzik ve dans gösterilerine rastlamak mümkün. 

Kaldığımız otelin hemen arkasındaki meydanda Afrika el sanatlarının satıldığı bir açık pazar kuruluyordu. Burada aklınıza gelebilecek her çeşit malzemeden yapılan heykeller, takılar, objeler ve resimler satılmakta. Hepsi çocuksu, eğlenceli ve rengarenk. Satıcıların yüksek sesle konuşmaları, giysileri, sattıkları objeler insanın Afrika’da saklı olan enerjinin ne kadar yüksek olduğunu anlamasını sağlıyor. Biz de kendimizi alışveriş çılgınlığına kaptırdık, ama dönerken toparlanması çok zor oldu.

BAĞLAR BÖLGESİ
Cape bölgesinin iddialı olduğu konulardan birisi de şarapçılık. Akdeniz iklimine yakın iklimi nedeni ile Güney Afrika, özellikle de Cape Town dünyanın önemli şarap üreticileri arasında. Cape Bağlarının önemli duraklarından biri olan Stellenbosch’a gitmeye karar verdik. Bu küçük kasaba 17.YY’da Hollandalı göçmenler tarafından kurulmuş ve o zamandan beri de şarap üretiliyor. Aynı zamanda ülkenin en büyük üniversitelerinden birisi de Stellenbosch’da. Kuruluş tarihi 1863. Genç, kültürlü ve gusto sahibi bir nüfusun yaşadığı bu son derece nezih ve güzel şehir görülmeye değer. Çok iyi korunmuş mimarisi, sanat galerileri, sevimli kafeleri, güzel restoranları, enfes şarapları ve yemekleri ile bu butik kasaba mutlaka görülmeli. 

Oude Werf Hotel adlı çok zevkli döşenmiş küçük bir otelde kaldık, bol şaraplı keyifli, romantik bir gün geçirdik. Ertesi gün dönüş yolunda Delaire isimli, çok şık bir şarap evinde öğle yemeği yedik, manzarası ile meşhur R44 otobanını takip ederek Cape Town’a döndük.

Malay Mahallesi Bo-Kaap rengarenk binalarıyla adeta “Gökkuşağı Ulusu” tanımına gönderme yapıyor.

MALAY MAHALLESİ: BO-KAAP
Malay mahallesi, vaktiyle Malezya’dan köle yapılmak için getirilen Malay’ların yaşam yeri. Şehrin en çok turist çeken bölgelerinden birisi. Bütün bölgede eski binalar korunmuş ve rengarenk boyanmış. Gökkuşağı görünümü bizzat Nelson Mandela kökenli. Mahalleyi ziyaret ettiğinde evlerini rengarenk boyamasını istemiş. Sanırım gökkuşağı ulusu kavramına atıfta bulunmak için.  

Dönüş yolunda toplantıya ev sahipliği yapan İngiliz kökenli Dr. Scott Thomas’la yaptığım konuşmayı hatırladım. Kendisine 1994’de neden İngiltere’ye dönmediğini sormuştum. Bana tatlı İngilizcesi ile İngiltere’ye gidip çok kısa süre sonra geri döndüklerini anlattı. Çocukları bile İngiltere’de okumalarına rağmen yaşamak için Afrika’ya dönmeyi tercih etmişler. 


Afrika’nın parlak gökyüzüne bir kere alışınca ayrılmak zor oluyor sanırım. Scott bir de, Nelson Mandela’nın çok iyi ve sevilen bir lider olduğunu, onun boşluğunu ancak siyah bir kadın devlet başkanının doldurabileceğini söyledi. Gerçekten kadın siyasetçiler Afrika’da çok daha uzlaştırıcı, önemli bir rol oynayacağa benziyor. Dilerim bizim ülkemizde de siyasette ve yönetimde çok daha fazla kadın siyasetçi yer alır.