/

Erkeklerin gölgede bıraktığı öncü kadınlar

Napolyon’a mal edilen bir sözdür, tarihi kazananların yazdığı. Resmi tarihin satır aralarında görünmeyenlerin başında ise kadınlar geldi. Bazılarının ne adları bilindi, ne başarıları ne de meziyetleri. Erkekler yapsa tarihte tabiri caizse ‘altın harflerle’ yazılacak kahramanlıklar, hep halının altına süpürüldü, hep erkeklerin gölgesinde kaldı. Değerleri sonradan anlaşıldı. Anılarına saygıyla…

MÜJGAN HALİS
Sidonie Gabrielle Colette

Kocası hem yeteneğini hem yazdıklarını sömürdü: Colette

“Evi istediğin gibi dekore edebilirsin hayatım. Siz kadınlar böyle şeyleri seversiniz.” Bu sözler, dolandırıcılığı ile nam salmış olan yazar ve müzik eleştirmeni Henri Gauthier Villars’e ait. Sözlerin muhatabı ise Colette adıyla bilinen, Sidonie Gabrielle Colette. Kitaplarını başka yazarlara yazdıran Villars’ın, yazarlarına para ödeyemeyecek duruma gelmesiyle beraber, onun için genç karısı Colette yazmaya başladı. Karısının yazdığı romanlardan elde ettiği gelirle önce borçlarını ödedi, sonra da sefa içinde bir hayat sürdü. Bunun için Colette’i odaya kilitlemekten bile çekinmedi. Genç kadın kilitli odada, üzerinde kocasının ismi olan romanlar yazdı. Villars karısının emeğini ve yaratıcılığını sömürürken, ona saygı duymadı, psikolojik şiddet de yaşattı. Yıllarca Colette’nin kaleminin yarattığı şöhretle geçindi, o kalemle kazandığı paraları har vurup harman savurdu. Ta ki bir gün Colette bu gidişata dur diyene kadar.


Tarihi, kalemi elinde tutan yazar!

Taşradan gelip Paris’te, dönemin ikiyüzlü yapısına, sahte ilişkilerine, gösterişli ama kof kişiliklerine başkaldıran bir kadın… ‘Colette’, Fransız edebiyatının aykırı, özgür ve sarsıcı kalemi Sidonie-Gabrielle Colette’in edebi ve cinsel kimliğini bulma sürecini anlatıyor. Colette’i dönem filmlerine pek yakışan edasıyla Keira Knightley canlandırıyor.


Mileva Mariç ve Einstein

Ya Einstein, Mileva Maric’le hiç tanışmasaydı?

Ünlü fizikçi Einstein’in önce çalışma arkadaşı sonra eşi olan Mileva Mariç, tarihin gölgede bıraktığı kadınlardan. Yıllarca unutuldu, ta ki 1986 yılında, ikili arasında öğrencilik günlerinde başlayan yazışmalar keşfedilene kadar. Einstein’le yolları ayrıldıktan sonra kesif bir yoksulluğa mahkûm olan Mileva’nın öyküsüne dair şaşırtıcı iddialar var.

Bu iddiaların en önemlisi; onun kocasının dehasının ötesine geçen parlak bir matematikçi olduğu ve 1905’te görelilik üzerine yazdığı makale de dahil olmak üzere Einstein’ın ardındaki asıl dehanın Mileva olduğu yönünde. Mileva’nın hayatını araştırmak için 50 yılını harcayan Ljubljana Üniversitesi’nde eski bir fizik profesörü olan Dord Krstic “Mileva & Albert Einstein: Aşkları ve Bilimsel İşbirlikleri” adını taşıyan kitabında, aslında Mileva’nın olabilecek bazı çalışmaların yalnızca Albert Einstein imzasıyla yayımlandığını öne sürüyor. Bir başka Mileva biyografisi yazarı Senta Trömel-Plötz ise şu iddialı vurguyu yapıyor: “Mileva Mariç’le yolları kesişmeseydi, Einstein Einstein olabilir miydi?”

Walter Keane ve Margaret Keane

Büyük Gözler’in sömürülen ressamı: Margaret Keane

Her şey, 1950’lerde Walter Keane’le San Fransisco sokaklarında karşılaşmasıyla başladı. O karşılaşma olmasaydı, belki de dünya Margaret Keane’i daha erken keşfedecekti. Evliliğin ilk yıllarında Margaret, Walter’i “Tanrı’nın bir lütfu” olarak gördü. Eşi, onu bir kadının yaptığı sanat eserlerinin bir erkeğinki kadar çok satmayacağına ikna etti. Margaret’in yaptığı büyük gözlü çocuk tabloları bu ikna sürecinden sonra kocasının imzasıyla satılmaya başladı.

İlk olarak 1957’de New York’taki bir sanat etkinliğinde sunulan tablolar, Walter’a büyük bir ün ve popülerlik kazandırdı.

Kocaman gözlü çocuk resimleri kartpostallara, hediyelik eşyalara, posterlere bastırılarak her mecrada satıldı. 10 yıl boyunca Margaret, kocasının gölgesinde isimsiz bir ressam olarak yaşadı. 1965’te Walter’ın Life Magazine’e verdiği abartılı röportaj ve büyük gözlü çocuk resimleri için esin kaynağının 2.Dünya Savaşı olduğunu açıklaması, bardağı taşıran son damla oldu ve boşandılar.

Margaret, nihayet 1970’te bu resimlerin kendisinin olduğunu ilan etti. Dava süreci, bir yargıç ikisinden de aynı resmi yapmasını istediği ana kadar uzadı ve genç kadın davayı kazandı. Walter’ın Margaret’e 4 milyon dolar tazminat ödemesine hükmedildi.


Yönetmen Tim Burton, filmografisinin içinde en düz çalışması kabul edilebilecek Big Eyes (Büyük Gözler) ile, Margaret’in çıkışsızlığına, dönemin cinsiyet ayrımcılığına izleyicisini ortak ediyor. Entelektüel donanımdan yoksun, saf bir yetenekle resim yapan genç kadını Amy Adams, Walter Keane’i ise Christoph Waltz canlandırıyor.


Camille Claudel

Rodin’e ilham veren heykeltıraş: Camille Claudel

Aslında küçüklüğünden beri taş ve çamurla oynamayı seven bir çocuktu, ailesi de onu destekledi. Heykel sevgisi onu dönemin ünlü heykeltıraşı Rodin’le buluşturdu. Çabucak sevgili oldular. Çok yetenekliydi, Rodin’e hem ilham kaynağı oldu hem de birlikte çalıştılar. İlişkileri Rodin’in ona kaba davrandığı, başka kadınlarla aldattığı bir çıkmaza dönüşünce ayrıldılar. Bu ayrılığın sonrasında ünlü Vals, Clotho, Olgunluk Çağı, Kayıp Tanrı, Geveze Kadınlar gibi eserlerini yaptı.

Bazı eleştirmenler, ünlü eseri “Cehennemin Kapıları” dahil birçok Rodin eserinde Camille’in izleri olduğunu ifade ederken, Ünlü sanat eleştirmeni Octave Mirbeau onun için “Kadın bir dahiydi” der. Ancak Camille dehasına rağmen yalnız bırakıldı.


Bruno Dumont’un yönettiği Camille Claudel 1915, Sevgilisi Rodin tarafından terk edildikten sonra ailesindeki kayıplarla da bunalıma giren Camille’nin bir akıl hastanesine yatırılması, hastanede geçirdiği ömür ve şair ağabeyi Paul Claudel’i bekleyişini anlatıyor. Ünlü sanatçıyı Juliette Binoche, şair ağabeyi ise Jean-Luc Vincent canlandırıyor.


Ömrünün 30 yılını akıl hastanesinde geçirmek zorunda kaldı, bu yıllar içinde heykel yapmasına dahi izin verilmedi, hayatını da bu süreçte kaybetti. Heykele ruh veren sanatçı olarak tanınan Camille için güçlü egosuna rağmen Rodin şöyle demişti: “Ona altını nerede bulacağını söyledim. Ama bulduğu altın kendi içindeydi.”

Sylvia Plath

Şöhreti kendinden çok daha uzun ömürlü olacaktı: Sylvia Plath

Sylvia ilk şiirini sekiz yaşında yazdı, erken yaşta kaybettiği babasına kızgın, anne ilgisizliğinden şikayetçi ve psikolojik sorunlarla iç içe şekilde yaşadı. İngiliz şair ve yazar Ted Hughes ile 1956’da tanıştı. Dönemin en iyi şairleri arasında görülen Hughes ile Plath tanıştıkları yıl evlendiler. Çiftin iki çocuğu oldu. Mutlu başlayan evlilik Ted’in eşini sürekli aldatmasıyla Sylvia için bir kabusa dönüştü. Guardian’daki günlüklerinde şöyle bir ifade geçer “Cumartesi akşamı Paris’e vardığım ilk saatlerde, Londra’da Ted’le beraber yaşadığım uykusuz felaket gecesinden dolayı fena halde yorgundum. Kendimi iple çekercesine banyoya sürükledim ve hırpalanmış suratımı yıkadım. Ted’in bıraktığı mor bir çürükle lekelenmiş yüzümün yanı sıra boynum da yaralıydı.”

Bu aldatmalar ve kavgalar bitmedi. Yıllarca manik depresif bir hayat süren Sylvia Plath 11 Şubat 1963 günü yaşamına son vermeye karar verdi. Çocuklarına kahvaltı hazırladıktan sonra odalarının kapısını kapattı ve aralıklarını bantladı. Ve fırının gazını açıp kafasını fırından içeri soktu.

Öldüğünde 30 yaşındaydı. Romanı Sırça Fanus, feminist edebiyatın başyapıtlarından biri kabul edilir. “The Collected Poems” adlı şiir koleksiyonu kitabı 1981 yılında, ölümünden sonra basıldı. Plath, bu kitapla Pulitzer Ödülü’ne layık görüldü.

Hedy Lamarr

Wifi teknolojisinin mucidi ve Hollywood yıldızı Hedy Lamarr 

Gerçek adıyla Hedwig Eva Maria Kiesler, 1914’te doğdu. Oyunculuğa çocuk yaştayken başladı. 1933‘te evlendiği silah tüccarı Friedrich Mandl de Hedy gibi Yahudi kökenliydi ama Adolf Hitler‘in dostlarındandı, orduya silah ve uçak satıyordu. Bilime özel bir ilgisi olan güzel oyuncu, Almanların uzaktan kumandalı torpido yapmak istediğini o sıralarda eşinden öğrendi. 1937 yılında tüm mücevherlerini çantasına doldurup eşine uyku ilacı veren Lamarr, hizmetçisinin kılığına girerek malikanesinden kaçtı.

Eşinden boşandı, hayalini kurduğu Hollywood’a taşındı. Burada tanıştığı yapımcı Louis Burt Mayer, ona yıldızlığa uzanan yolun kapılarını açtı.

1940’tan 1958’e kadar Clark Gable, James Stewart ve Spencer Tracy gibi oyuncularla 20’nin üzerinde filmde rol alan Lamarr, müzisyen komşusu George Antheil ile ‘frekans atlamalı yayılı spektrum’ teknolojisini geliştirdi. Buluşun patentini 1942’dealdılar ancak ABD donanması ilgilenmedi. Elektroniğin Öncüleri Vakfı, buluşundan tek kuruş kazanamayan Lamarr’a 1997’de “Elektroniğin Öncüsü Ödülü” verdi.

Nettie Stevens

Cinsiyeti belirleyen kromozomu o keşfetti, Nobel’i erkek danışmanı aldı

Eskiden çevresel etmenlerin bebeğin cinsiyetine etki ettiğine inanılırdı. Nettie Stevens 1905’te döllenme sırasında bebeğin cinsiyetini belirleyen şeyin; sıcaklık, diyet veya yatağın hangi tarafından kalktığınız değil, kromozomlar olduğunu ortaya koydu. Ancak çoğu ders kitabı, bu büyük keşif için Thomas Morgan adlı bir erkeği işaret ediyor. Gerçekte Nettie Stevens, un kurtlarındaki cinsiyet ayrımını inceledi ve cinsiyetin X ve Y kromozomlarına bağlı olduğunu fark etti.

Stevens cinsiyet belirlenimiyle ilgili makalesini yayımladığında, danışmanlarından biri olan Morgan en azında başlarda, cinsiyet belirlenimini çevreyle ilişkilendiren hâkim düşünceye sıkıca bağlıydı.

Oysa Stevens bulduğu şeyden emindi. “Burada kesin bir şekilde görülüyor ki daha büyük boydaki heterokromozomu içeren sperm hücresinin döllediği yumurta dişi canlıya evrilmektedir” diyordu.

Stevens gözlemlerinin neredeyse tamamını tek başına yapmasına rağmen, tüm emekleri çalışma arkadaşı Morgan’a mal edildi ve Nobel Ödülü’nü Morgan aldı. Keşfin sahibi yıllar sonra geç de olsa anlaşıldı.

MÜJGAN HALİS

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Evrensel, Radikal, Aktüel, Kanal D, Sabah gibi basın kuruluşlarında çalıştı. “Batman’da Kadınlar Ölüyor” ve “Bu Toprağın Ötekileri” adlarında iki kitaba imza attı. Halen serbest gazetecilik yapıyor.

Yorumunuz

Your email address will not be published.