Her sinemasever Tilda Swinton’ın kimselere benzemeyen yüzünü ilk gördüğü zamanı hatırlar. Benim gibi pek çok hayranı onunla ilk kez 1992’de, efsane İngiliz yönetmen Sally Potter’ın kült filmi “Orlando”da tanıştı. Virginia Woolf’un zamanının çok ilerisinde olduğu için bugün bile güncelliğini zerre kadar kaybetmemiş 1928 tarihli aynı adlı aydınlıkçı ve yaratıcı romanından uyarlanan film, Swinton’ı kitlelere tanıtmakla kalmadı; aynı zamanda LGBTQ ve feminist sinemanın önemli dönüm noktalarından biri olarak beyaz perde tarihine geçti.
MEFARET AKTAŞ
Swinton girişte bahsettiğimiz filmde, Lord Orlando’nun sanata ve hayata olan sonsuz, çocuksu merakını, tecrübesiz gençliğinde aşka âşık olmasını inanılmaz bir sempatiyle canlandırdı. Akışında Konstantinopolis’e (İstanbul) de uzanan filmde, İngiliz tarihinin altın çağında iktidar sahibi bir erkek olarak başladığı rolü ’90’larda sıradan bir kadın olarak bitirdi.
Lord Orlando olduğu yılları ekranda izlerken, hiç aklınızda geri gidip, “Ama bu bir kadın işte yaa!” diye düşünmüyorsunuz. Swinton, genç erkekliği ve lordluğu kolayca çözmüş görünüyor. Swinton’ın asil ve regal karakterleri bu kadar kolaylıkla canlandırabilmesinin muhtemel sebeplerinden biri çok şaşırtıcı aslında.
İskoç asıllı olan Swinton’lar kökenlerini Orta Çağ’a kadar takip edebildikleri gibi aynı zamanda bütün İngiliz Krallığı’nda topraklarını ve mülklerini de İngiliz tarihini değiştiren Norman İşgali öncesine kadar izleyebilen sadece üç aileden biri. Swinton Klanı’nın bayraklarındaki mottoları da “Je espere” yani “I hope.” Sinemalarımıza ünlü İspanyol yönetmen Pedro Almodovar’ın son filmi “The Room Next Door” ile konuk olan Oskarlı aktrist Swinton, dünyanın hem sanatsal hem de ticari başarıyı yakalamış en ünlü yıldızlarından biri ama 20 kuşak önceden akrabası ‘Robert The Bruce (I. Robert) birazcık daha başarılıymış. Kendisi İskoçya’yı İngiliz hükmünden kurtaran
İskoç kralı! Yani Swinton Ailesi yüzyıllardır hem zengin, hem soylu, hem de yüksek sosyete, hem de ultra başarılı. İngilizce’de ‘eski para’ ‘yeni para’ derler; Swinton’lar çok çok eski para.
Swinton devam ettiği üç yatılı liseden biri olan West Heath’de Prenses Diana’nın sınıf arkadaşıymış.Ünlü aktrist Orlando’dan önce bile bağımsız sinemanın ilham perisi olarak bir kariyer yapmıştı. Şair olmak amacıyla Cambridge Üniversitesi’ne devam ederken, kendi deyişiyle “bir tane bile şiir yazamadan” oyuncu olmuş. Swinton’ın hayatı da kariyeri de birkaç bağımsız, avangard oyun ve sanat projesinin ardından, 1980’lerde ünlü Royal Shakespeare Company’nin kadrosunda iken, efsanevi bağımsız yönetmen, sanatçı ve aktivist Derek Jarman’la tanışmasıyla değişti. Gay sinemanın ikonu Derek Jarman’la, 1986’da rol aldığı filmi “Caravaggio” ile başlayan ve yönetmenin 1994’te AIDS’ten ölümüne dek süren yakın ilişkisi Swinton’ın hayatının en önemli arkadaşlıklarından biri. Jarman’ın tek fetiş oyuncusu olarak sekiz filminde rol aldı. Bunlardan ‘Edward II’ ile 1991 Venedik
Film Festivali’nde En İyi Aktris Ödülü’nü aldı. Kariyerinin başlangıcından beri, avangard ve progresif sanat camiasının gözdesi olan yıldız, ’80’ler ve ‘90’larda hem Avrupa hem de ABD’de performans ve video enstalasyonlarında da rol aldı. 1989 tarihli ve bir kadın ve onun dört rüyasını anlatan Laxdaela Saga adlı 13. yy İzlanda folk efsanesinden uyarlanan 28 dakikalık “Volcano Saga” bunların ilk ve en bilinenlerinden. 1995’te prodüktör Joanna Scanlan’la Londra’nın ünlü Serpentine Gallery’sinde “The Maybe” adlı, o zaman için hiç beklenmedik, bir canlı performansa imza attı. Bir hafta boyunca ziyaretçilerin önünde bir cam kutuda uyuduğu bu gösteriyi 22 bin kişi ziyaret etti. Zamanının en popüler sergisi olan bu performans, 1996’da Roma Barracco Müzesi’nde ve 2013’de New York MoMa’da tekrarlandı.
SİNEMANIN SINIR TANIMAYAN YILDIZI
Swinton, sinema tarihinin en saygı duyulan, sevilen, başarılı, yenilikçi ve öncü yönetmenlerinin hemen hepsiyle çalıştı. Hatta kendisi dev yönetmenlerde bağımlılık yapıyor diyebiliriz. Wes Anderson’la beş (Moonrise Kingdom, The Grand Budapest Hotel, The French Dispatch, Asteroid City ve Isle of Dogs), Jim Jarmusch’la dört (Only Lovers Left Alive, Broken Flowers, The Dead Don’t Die ve The Limits of Control), Luca Guadagnino ile dört (The Protagonists, The Love Factory, I am Love ve Suspiria), Lynn Hershman-Leeson’la üç (Conceiving Ada, Teknolust ve Strange Culture) ve Coen Brothers (Hail Caesar ve Burn After Reading) ve John Maybury (Man 2 Man ve Love is the Devil) ile ikişer film yaptı.
Androjen ve neredeyse uzaylı gibi olarak tarif edilen fiziğiyle kariyerinin ilk günlerinden beri hep dikkat çekti Swinton. Eleştirmenler tarafından çok beğenilen ama sinir bozucu konusuyla iç daraltan “We Need to Talk About Kevin”daki anne karakteri gibi normal insanları oynadığında bile o yüzü unutmuyorsunuz. O kadar alışığız ki onun hep sıra dışı görünmesine, komedyen Amy Schumer’ın “Trainwreck”inde feminen, uzun saçlı, zalim editör karakterini canlandırdığında pek çok hayranı onu tanımadı bile.
Kendisi de sıra dışı fiziğinin gayet farkında: “Filmlerdeki insanlara benzemiyorum; tablolardaki insanlara benziyorum,” diyor.
Tilda sinemada kendine başka bir oyuncu tarafından doldurulması imkânsız çok özel bir yer yarattı. Onun varlığı Marvel filmleri gibi ticari ötesi klişelere kendine özgülük ve karakter katarken, bağımsız sinemaya da daha geniş kitlelere ulaşabilme avantajını getiriyor. ‘80’lerin Londra’sında Jarman ve diğer gay arkadaşlarıyla komünal bir hayat sürdüğü günlerden beri kendisini ‘queer / kuir’ olarak tanımlayan Swinton, bu sıfatı cinsel kimliğini temsil amacıyla değil, insani duyarlılıklarını tanımlamak için kullanıyor.
Yıllardır alışık olduğumuz androjen imajı en çok Fransız sürrealist fotoğrafçı ve yazar Claude Cahun’un sınır tanımayan akıcı androjenliğinden esinlenmiş. Cahun’un self portrelerine baktığınızda iki sanatçının imajları arasındaki benzerlik şaşırtıcı.
Bence Swinton’ın fiziksel olarak en etkileyici karakteri Keanu Reeves’in “Constantine” filmindeki cinsiyetsiz melek Cebrail. Onu o rolde gördükten sonra bu dünyadan olduğuna inanmak zor.
Fiziği bu kadar etkileyici olunca, Tilda kısa zamanda bir moda ikonu haline geldi. “Aslında onlar bana yaklaşmasalar hayatımda bu kadar moda olmazdı” diyor.
Ben bu yazıyı evimde onun ünlü Fransız avangard parfüm evi Etat Libre d’Orange için yarattığı ‘Like This’ adlı parfümünü sürüp otururken yazıyorum. Yazıya hazırlık yaparken okuduğum sayısız röportajlarının birinde, ünlü parfüm evinin 2010 yılında ortak bir parfüm yaratmak için kendisine yaklaştığını okur okumaz internetten sipariş ettim bu parfümü. Daha da doğrusu kokuyu güzel İskoçya kasabası Nairn’deki evinin kokusundan esinlenerek yarattığı bir “self portre” olarak tarif ettiğini okuyunca… Merak ettim soylu Swinton’ın evinin nasıl koktuğunu. Doğru. Zengin arkadaşlarımın evleri gibi kokuyor. Sürekli seyahat edip evinden uzak kaldığı için, sürdüğünde kendisini evinde hissettirecek bir koku olmasını istemiş.
Zencefil, portakal, havuç notları var. Gerçekten de bir anda asil ve avangard Hollywood yıldızının İskoç tepelerindeki büyük rustik evine transfer oluyorsunuz bir koklamada. Swinton sık sık hafif, komik ve geyik rolleri kabul ederek kendisini gereğinden fazla ciddiye alan birisi olmadığını da ispatladı. Bu rollerin en komik ve en eğlencelisi Amazon’un, Marvel’ın süper kahraman filmleriyle dalga geçen dizisi “The Boys”da seslendirdiği ‘seksüel ahtapot’ Ambrosius karakteri! Çılgınlıkta sınır tanımayan dizide deniz canlılarına hükmedebilen The Deep adlı süper aptal bir supe’un (Süper kahramanlara dizide kısaca ‘supe’ diyorlar) seks partneri ve kölesi olan bu zavallı aşık ahtapot bence TV tarihinin en traji komik karakterlerinden biri. Ahtapot Ambrosius yalnızca The Deep’le sevişmekle kalmıyor, dünyanın en garip süper orjisine de katılıyor! 2022’de Mad Max ve Furiosa serilerinin efsanevi yönetmeni George Miller’ın masalımsı filmi “Three Thousand Years of Longing” ile, Orlando’dan 30 yıl sonra İstanbul’a geri döndü. Başrolünü İdris Elba ile paylaştığı bu “Binbir Gece Masalları” benzeri film görsel olarak muhteşem. Sırf İstanbul bağlantısı yüzünden bile görmek gerek; hatta karikatüristimiz Erdil Yaşaroğlu’nun da küçük bir rolü var filmde.
Ama Tilda’nın son yıllardaki işleri arasında kesinlikle görülmesi gereken iki film var. İlki “The Room Next Door.” Diğeri ise Taylandlı dahi yönetmen Apichatpong Weerasethakul’un 2021 yapımı muhteşem filmi “Memoria.” Bazı aktörler öyle gelip filmi şahaneleştirip yollarına devam ediyorlar. Pek çok Hollywood yıldızı çok alıştığımız ünlü yüzleriyle izleyiciyi rol aldıkları filmin dikkatle yaratılmış gerçekliğine ve ambiansına yabancılaştırıyorlar.
Yani Brad Pıtt’in güzel yüzünü görünce filmin gerçekliğinden çıkıyorsunuz. Bu efekt Swinton’ı izlerken yaşanmıyor, onun çehresi de Pitt ya da Cate Blanchett kadar ünlü olduğu halde sizi filmin dünyasına yabancılaştırmıyor, aksine daha çok içine çekiyor.
ALMODOVAR VE TILDA SONUNDA BULDULAR BİRBİRLERİNİ: THE ROOM NEXT DOOR
Ingrid ve Martha kariyerlerine ayni dergide başlayıp, yakınlaşmış iki arkadaş. Yıllar içinde Ingrid (Julianne Moore) auto-kurgu (Kendi hayatından esinlenen kurgu) romanları yazan ünlü bir yazar, Martha (Tilda Swinton) da saygı duyulan, başarılı bir savaş muhabiri olduktan sonra yolları ayrılmış. Seneler sonra birinin en zor zamanında tekrar bir araya geliyorlar. Ingrid, Martha’yı New York’taki hastanede odasında ziyaret ediyor ve gerisi film.
İşte “The Room Next Door”un fragmanında hep bu sahneyi gösteriyorlar. Hastanenin kocaman pencerelerinden New York’un silüetine karşı dışarıda yağan pembe karı izledikleri bir an var; beyaz perdede gördüğümüz en güzel ve de içli anlardan biri.
Almodovar’ı 50 yıl boyunca ana dili İspanyolca’da film yaptıktan sonra, İngilizce ilk uzun metraj filmini çekmeye iten de bu sahne olmuş. Yönetmen, Sigrid Nunez’in romanı “What Are You Going Through”yu okuyup bu hastane sahnesini hayal ettiğinde bu romanı sinemaya uyarlamak istemiş.
Filmi görünce Almodovar ve Swinton’ın daha önce neden birlikte uzun metraj çekmediklerini merak ediyor insan. Birlikte sadece yönetmenin Jean Cocteau’nun bir oyunundan uyarladığı İngilizce kısa filmi “The Human Voice”da çalıştılar. Swinton kendisinin de
bir partide Almodovar’a açık açık bunu sorduğunu ancak ondan sonra konunun gündeme geldiğini söyledi.
“The Room Next Door” tam bir Almodovar klasiği. Yönetmenin her filminde rastladığımız, onun eşi benzeri olmayan renkli dünyasını yansıtan güzel dekorları; çok ciddi ve üzücü konulara değindiği halde can sıkmayan komik ve alaycı melodraması, geçmişe bakıp hayatlarını değerlendiren karakterleri… Esasen ‘hikâye içinde hikâye’ olan kurguda büyük drama var. Öykü insanlığın yaşlanma ve ölümlülük karşısında ne kadar güçsüz olduğunu işliyor ama asla duygu sömürüsü yapmıyor. Tabii ki her Almodovar filmi gibi bu da kadınların hikâyesini kadınların sinemasında anlatıyor. “Kadın hikâyelerini anlatmayı tercih ediyorum çünkü kadınların evreni dramatizasyon açısından çok daha zengin; tepkilerinde erkeklerde olmayan çok şey var. Mesela bu filmdeki gibi bir konuda kadınların reaksiyonu her zaman erkeklerden daha anlamlı ve etkili olacaktır.
Altmışlarındaki erkeklerle ilgili pek çok film ve tv dizisi var ama o yaştaki kadınlarla ilgili yok, ben bu yanlışı düzeltiyorum” diyor yönetmen. Film Venedik Film Festivali’nde 20 dakika ayakta alkışlandı. Hem Swinton’ın hem de Cevher’deki rolüyle Moore’ın En İyi Aktris Oskarı’na aday olacağı söylendi ancak alamadılar. Bu ödüle en son 1992’de aynı filmden (Thelma ve Louise) aktris (Susan Sarandon ve Geena Davis) aynı sene aday olmuştu.
Swinton Elle dergisine Kasım 2024’te verdiği röportajda “Bu benim son filmim olabilir” demişti ama kendisinin de dediği gibi bunu her filmi için söylüyor. Çünkü her filmi için “son film olmaya değer” diyebilmek için her işine aynı özeni ve sevgiyi gösteriyor.
Kısa kısa Tilda
- 1996’da ünlü İngiliz elektronik müzik grubu Orbital’ın ‘The Box’ videosunda rol aldı.
- Birbirinden renkli sayısız karakteri canlandıran Swinton, nedense havaalanı güvenlik görevlileri tarafından hep “Constantine” filmindeki Melek Cebrail rolüyle tanındığına dikkat etmiş.
- 2003’te dünyanın en ünlü modaevlerinden Viktor & Rolf’un “Tek Kadin Şov” unda sahneye çıkan tüm modeller Tilda Swinton’in kopyasıydı. Performansın sonunda dünyanın en kendine özgü sanatçılarından Swinton, kendine özgün olmanın erdemleriyle ilgili bir şiir
- 2008’de ‘Michael Clayton’ filminde George Clooney’nin karşısında verdiği performans ile En İyi Yardımcı Aktris Oskarı’nı (ve BAFTA ödülünü) aldı. Aynı yıl iskoçya’da yaşadığı Nairn’de, Ballerina Ballroom adlı salonda ‘Cinema of Dreams / Rüyalar Sineması’ adlı film festivalini
- 2009’da Mark Cousins ile birlikte 5 tonluk bir aracı hareketli sinemaya dönüştürerek, İskoçya Highlands’de gezgin bir bağımsız sinema festivali başlattı. Proje ‘Cinema is Everywhere’ adlı belgesele konu oldu.
- 2013’te David Bowie’nin Grammy’e aday olan videosu “The Stars (Are Out Tonight)”ta efsane müzisyenin eşini canlandırdı. Aynı yıl İngiliz The Guardian onu “50’nin Üzerinde En İyi Giyinen 50” listesine
- 2020’de NY Times’ın yüzyılın en büyük oyuncuları listesinde Tilda da vardı.
- Swinton’ın 2023‘te ölen İskoç oyun yazarı ve ressam John Byrne‘le olan evliliğinden
- Honor ve Xavier adlı ikizleri var. Kızı, Honor’un başarılı filmi “The Souvenir”de annesini canlandırdı.
- 2003’te eşi Byrne’den ayrıldığından beri ünlü Alman ressam Sandro Kopp ile Swinton, Londra doğumlu olduğu halde kendisini ve milliyetini İskoçyalı olarak tarif ediyor. İskoçya’nın ve ezilen tim milletlerin bağımsızlığını savunan aktrist, geçen yıl, İsrail’in Filistinlilere soykırım uyguladığını söyleyerek ateşkes çağrısında bulundu.