mercek

Rakı: Rengârenk bir beyazlık!

Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum
Musiki ruhun gıdasıdır
Musikiye bayılıyorum

Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip Musikiler alıyorum.

Bir de rakı şişesinde balık olsam
Orhan Veli Kanık

METİN SOLMAZ

Bütün içkiler özeldir. Kolay değil yüzlerce sene rafta, sofralarda kalmak. Hepsinin kendisine göre bir kültürü, tarzı vardır. Fakat içlerinde en fazla fikir sahibi olanı açık ara rakıdır. Endişelenmeyin “rakı bir yaşam biçimidir” retoriğine girecek değilim. O retorikten çıkış olmadığını biliyorum. Ama rakının bol sohbetli sofraları şereflendiren anasonlu bir içkiden fazlası olduğu da kesin.

Buraların has içkisidir rakı. Buralar gibi serttir, aromalıdır. Kişiliği vardır, ilkesi, âdabı vardır. Buralar gibi kaprislidir. İlişkisi sancılıdır, şakaya gelmez. Buralar neresi midir? Valla siz Ortadoğu’dan başlatın, ben Balkanları da yerleştireyim içine. Buralar işte. Bizim buralar.

RAKI BÜYÜSÜ
Önce bir tam mutabakata varalım. Rakı sofranın efendisidir. Mesela şarap gibi yiyeceklere göre seçilmez. Ortamda rakı varsa gerisi ona göre seçilir. Rakı büyülüdür. Su ile karışınca başka bir içki olur. Yanında alışkanlık olarak, neredeyse her seferinde su içilen tek içki de rakıdır. Her içkiyle iyi giden müzikler vardır. Fakat rakının, meyhanenin bir kategorisi vardır. Her içkinin efsaneleri vardır. Ama Vefa Zat’tan Aydın Boysan’a sanırım kahramanları olan tek içki rakıdır.
Şimdi detaylara inebiliriz.

RAKI NEDİR?
Rakı, “buraların” içkisidir. Buralar deyince siz Balkanlar’ı geçin. Makedonya’ya kadar götürün. Fakat coğrafi tescili olduğu için artık bir içkiye rakı denebilmesi için Türkiye’de üretilmesi gerekiyor. 

Rakının Türk Gıda Kodeksi’ne göre bir tanımı vardır. Bu tanıma uymayan bir içkiye rakı diyemezsiniz. Buna göre rakının en az %65’i üzümden elde edilen alkolle yapılmalıdır. 5000 litre veya daha küçük hacimli geleneksel bakır imbiklerde, anason tohumu (Pimpinella anisum) ile ikinci kez distile edilmesiyle sadece Türkiye’de üretilen distile alkollü içkiye rakı denebiliyor. En az %40 alkol olması ve dolum öncesi en az bir ay dinlendirilmesi gerekiyor. Kodekste başka detaylar da var. Bu tanıma uymayan içeceklere rakı denemiyor.

RAKI ADABI NEDİR?
Rakı kültürünün en tartışmalı konusu. Rakı son yıllarda taşıyamayacağı kadar fazla yük altına atılmıştır. Dört bir yanı kısıtlamalarla çevrilmiş, “Dur öyle içilmez şöyle yapılmaz” laflarıyla, yer yer mizahi yapısından uzaklaşmış, rahatsız edici haller almıştır.

Herkes dilediği gibi içer elbette. Ama işin kültüründe birtakım işlevsel şeyler vardır. Mesela rakı sofrasında rakıdan sonra mezenin geldiği düşünülür. Halbuki rakıdan sonra muhabbet gelir. Sofrada karın doyurulmasa iyi olur. Çünkü o da muhabbete engel olur. İdeali üç-beş kişilik masalarda rakı içmektir. Fazlası muhabbeti imkansız kılar. Keza rakı sofrasında asla sarhoş olunmaz. Hep bir çakırkeyiflik hâlinin hakim olması beklenir. Zaten sarhoş olmak için içme hâline keyif denebilir mi?

Ama bunlar dışında yok şöyle içilir, efendim büyüğünden önce kadeh bitirilmez, önce şu konuşur bu dinler, kadehin şurası tokuşturulur filan gibi yakıştırmalar rakı kültürüne fayda değil zarar verir.

Rakının üstadı olarak anılan Aydın Boysan, Vefa Zat ile çilingir sofrasında.

KLİŞELERİNİ YIKAN RAKI
Rakı bütün klişelerini yıktı. Daha düne kadar erkek içkisiydi. Bugün kadınlar tasarımından mutfağına, meyhanesine kadar konuya o kadar hakim ki yakında kadın içkisi olarak anılmasına kimse şaşırmayacak.

Üstelik artık iki kişilik çabuk pikniklerde termostan rakı su karışımı servis etmekten Ceza konserinde ayakta rakı içerek dans etmeye, bir saatten sonra masaları kaldırıp dans salonuna dönen meyhanelere kadar çeşit çeşit şekil ve durumlarda rakı içiliyor. 

Coğrafi tescili olduğu için artık bir içkiye rakı denebilmesi için Türkiye’de üretilmesi gerekiyor.

RAKI MUTFAĞI
Rakı mutfağı bir yandan çok sofistike bir durum. Bir yandan da çok basit. Sofistike kısmını merak ediyorsanız Rakı Gastronomisi isimli devasa eseri tavsiye ederim. Fakat işin basiti şu; rakı sofrasında mezenin temel işlevi karın doyurmak değil, rakıya ve muhabbete eşlik etmektir. Bu yüzden rakının yanında esas olarak yemek yenmez, meze yenir. Meze işini bir salatalık söğüş yahut bir avuç yeşil erik başarıyla çözebilir. Ama biz yine de popüler mezeleri bir sayalım burada:

Beyaz peynir, kavun, cacık, leblebi, can erik, turp, ançüez, lakerda, ahtapot, Arnavut ciğeri, Arnavut çileği, babagannuş, balık yumurtası, havyar, beyin salatası, biber dolması, cağırtlak kebabı, çağla, Çerkes tavuğu, çiğ köfte, çiroz, çoban kavurma, dalak dolması, füme dil, gâvurdağı salatası, hibeş, humus, kabak çiçeği dolması, kalamar, karides, kirli hanım, kopanisti, likorinoz, mantar kavurma, midye, muhammara, orospu turşusu, yeşillik, pastırma, pilaki, radika, tarama, topik, turşu.

UZO İLE RAKININ NE FARKI VAR?
Çok. Bir kere rakı üzüm alkolüyle yapılır. Uzo’da her türlü meyve ve tarımsal alkol olur. Rakıda anason ile ikinci bir distilasyon şarttır. Uzo’da şart değildir. Ayrıca Uzo’da yıldız anason kullanılır. Yıldız anason, anason değildir. Yıldız biçiminde meyvesi olan, tadı anasona benzeyen ve ana vatanı Güney Batı Çin olan bir bitkidir. Rakı hacmen 40 derecenin altında alkolle üretilemez. Uzo üretilebilir. Bütün bu kısıtlar rakıyı daha stabil bir lezzetin içinde tutabilmiştir. Uzo’nun yelpazesi çok geniştir.

Fakat iş sofraya gelince tıpkısının aynısıdır. Önde muhabbet sofrada meze yanda müzik.

Rakı sofralarının en çok dinlenen iki ismi, Müzeyyen Senar ve Zeki Müren.

RAKI MÜZİĞİ
Meyhanede müzik konusu derin bir konudur. Ve tam bir tarifi, doğrusu yoktur. Tek bir doğru olmamasının sebebi müzik seçimi işinin “zevkler ve renkler meselesi” olması değildir.  Zaten çok sayıda birbirini tanımayan insanların takıldığı mekanlara müzik seçmek bir zevk ve renk meselesi olamaz. Analitik bir durumdur. Örneğin bir rock barda, caz kulüpte yahut kafede neyin hangi volümle çalınacağının en azından sınırları bellidir. Meyhanede hele son yıllarda bu yelpaze çok genişlemiştir. Yakın zamana kadar Müzeyyen Senar, Zeki Müren diye başlayan bir liste yeterliyken bugün bu liste bir yığın rockçı, cazcı, yeni nesil popçu ile renklenmiştir.

Temel olarak muhabbeti bastırmayacak bir müzik rakı eşlikçisi olarak uygundur. İlerleyen saatlerde bir miktar sesi artabilir, eşlik başlayabilir.

KONSANTRE BİLGİLER
Rakının raf ömrü yoktur. Güneşten uzakta, kapalıyken yıllarca saklanabilir. Bozulmaz. Eksilmişse alkolü uçmuş nefasetini bir miktar yitirmiş demektir. Açıldıktan sonra buzdolabinin alt rafında saklanırsa lezzetini bir iki ay korur. Rakı, dört derece ve altına indiğinde kristallenebilir. Bu da tadını bozar. Normale dönmesi için oda sıcaklığında bekletilmelidir. 

Anasonsuz, geleneksel yöntemlerle yapılan rakılara Türkiye’de boğma rakı, Yunanistan’da çipuro denir. Daha az tatlıdır. Rakıya tadını veren anasondur, şeker değil. Şekerli denilen rakılardaki toplam şeker sayısı 70’lik rakı için bir iki kesme şekeri geçmez. Rakıdaki tarımsal kökenli alkol ve şeker, formülü gereği kullanılabilir. Kalitesine dair fikir vermez. Türkiye’de kodeksin sıkı kuralları olduğu için belli bir kalitenin altında rakı yapmak zordur.

Rakı sofasını zenginleştirmek, muhabbetini geliştirmek, bilgileri yenilemek, yenisini öğrenmek için: Rakı Ansiklopedisi.

RAKI SÖZLÜĞÜ
Yolluk:
Uzun bir rakı sefasından sonra topluca kalkıştan önce masadakilerin her birinin içtiği son rakıdır.

Akıntı çağanozu: Sarhoşluk ya da benzeri bir nedenle düzgün, uyumlu yürüyemeyen, eğri adımlar atan kişi.

Barut: Halk dilinde rakı.

Bıçak silme: Müslüman akşamcıların ramazan başlamadan önce mesirelerde yaptığı son içki âlemi; defter kapama da denir.

Büyük: Halk dilinde 70 cl.’lik rakı.

Caba: Meyhanelerde sofranın sonunda mastori tarafından ücretsiz olarak ikram edilen rakı, bir tür yolluk.

Cenazeyi kaldırmak: Meyhanede hesabı almak.

Fahrettin Kerim: 1950’li yıllarda, Fahrettin Kerim Gökay’ın valiliği sırasında piyasaya çıkan Yeni Rakı’nın 25 cl.’liğine rakıcılar tarafından verilen kinayeli ad. Gökay, içkiye karşı amansız mücadelesiyle tanınmış bir Yeşilaycıydı. Çok kısa boylu ve tıknaz olduğu için, rakıcılar 25’lik Yeni Rakı’nın tombul şişesini ona benzetti.

Gençlik suyu: Salâh Birsel edebiyatında rakı.

Humâr: İçkinin başa vurması, içki sonrası hissedilen baş ağrısı; sarhoşluk halinin aşktan başı dönmüşü andıran görüntüsü.

Kaylule: Sabuh denen sabah rakısını aldıktan sonra yatılan öğle uykusu.

Kozmonot: Halk arasında dengesini kaybedecek kadar çok içki içmiş kimse.

Maestro: Eski meyhanelerde barbalara verilen verilen ad.

Pangodoz: Ayyaş.

Pîr-i mugan: Meyhaneci; ateşe tapanların, zerdüştlerin piri. Özellikle ihtiyar meyhaneciler için kullanılır.

Vorıs bak!: Ermenice kıçımı öp. Ermeni klarnet ustası Hrant Lusigyan’ın yaydığı özel bir kadeh

kaldırma ritüeli. Buna göre, “vorıs bak!” denildikten sonra kadeh kaldırılıp dip kısmından öpülür, öyle içilir.

(Rakı Ansiklopedisi’nden derlenmiştir.)

Anason Kokusunda Edebiyat

CAN YÜCEL
“Kumkapı meyhanelerine dadandık
Önümüzde Altınbaş, Altın Zincir, fasulye pilakisi
Ardımızda görevliler, ekipler, Hızır Paşalar
Sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
Öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
Çöpçülerin elleriyle okşardım seni
Yalnızlığım benim süpürge saçlım
Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi”

En sevilen şiirlerinden Sevgi Duvarı’nda rakısı (Altınbaş) önündedir. Içki ama ille de rakı sever. ‘İçim rakı dışım su’ demiştir. Mütevazı sofrasında daima dostları vardır ve daima sanat ve politika… Rakı sofrası dünyadır. Dünyanın ve edebiyatın bütün meselelerini incelikle, alayla, enine boyuna konuşmak ve şiir süzmek işi olmuştur.

Can Yücel’i dinleyen pek çok insan, konuşmasındaki yavaşlığı, boğukluğu ve aksaklığı şairin çok içki içmesiyle ilişkilendirmiştir. Bu yanılsamadır. Can Yücel gençliğinde tiyatro eğitimi almış ve BBC’nin Türkçe bölümünde spikerlik yapmış biri olarak mikrofonik bir sese ve konuşma biçimine sahipti. Konuşmasındaki aksaklığa neden olan, şairin gırtlağında büyüyen kanserli bir kitledir. 

CEMAL SÜREYA
“Ertesi gün için birşey diyemem ama rakı içtiğin gün ölmezsin”

Rakıyla geç tanışmıştır, ama arkadaşı Edip Cansever’in ‘Cemal’e rakı içmeyi ben öğrettim’ dediğini duyduğunda çok alınır; intikamını da fena alır: ‘Edip’e şiir yazmayı ben öğrettim’ der bir yerde. Araları düzeldiğinde ise ‘Edip’le barıştık’ diye dünyaya ilan eder, ‘Bana rakı içmeyi Edip öğretti’ diye eklemeyi de ihmal etmez.

Aslında az konuşan, utangaç, mesafeli biridir. Dostları ve rakı olunca değişir durum. Keskin zekâsı, ince humoru, şiire edebiyata hâkimiyeti, bakışındaki özgünlük, ilgi alanlarının genişliği, çarpıcı buluşçuluğuyla sohbetin merkezindedir daima. Meyhaneci saymaz kendini. Kişi tek başına gidip kafayı bulmuyorsa meyhaneci değildir ona göre. Ama ev başka. Kibrit-i ma’dır, amer’dir evde içtiği. Yani, ateşsuyu, ecelsuyu… 

Arada bir alkolsavar adını verdiği soda-limon-yoğurt, karışımıyla idare etmeye çalışması boşuna değildir, hele kalbi tekledikten sonra…

Birlikte içmeyi seven ikili: soldan sağa Edip Cansever  ve Turgut Uyar

EDİP CANSEVER
Yürürüm usuldan, girerim bir meyhaneye
İçerde üç beş kişi
Yalnızlık üç beş kişi
Bir kadeh rakı söylerim kendime
Bir kadeh rakı daha söylerim kendime
Söyle be! ne zamandır burda bu gemi
Denizin değil hüznün üstünde.

AHMET HAMDİ TANPINAR

Tanpınar için rakı, İstanbul ve dostlar demektir. Paris’ten gönderdiği mektuplarda, o kadar isteyerek gittiği şehrin en büyük sıkıntısını rakısızlığa bağlar. Bütün mesele şarabın rakının yerini tutmamasında ve balıkların ızgara yapılmamasındadır. Tanpınar mektuplarından birinde rakı içmenin üç maddelik bir manifestosunu da yapar:

“1. Rakı en iyi içkidir.

2. Her akşam değilse bile haftada iki defa içilmelidir.

3. Domates salatası, balık, kavun, beyaz peynir… biraz çiroz.

Daha fazla meze zararlıdır.”

ÖZDEMİR ASAF

İçkiyi kendi meyhanesini açacak kadar seven şair… Günün her saatine uygun içki içmeyi severdi. Daha doğrusu içki içmeyi severdi. Mehmed Kemal onun sarhoşluğu ile ayıklığının ayırt edilemeyeceğini yazmıştı. Eskiden Ankara’da Kalem’i işleten Türk şiirinin öteki meyhaneci şairi Mehmed Kemal, Özdemir Asaf için şunları söyler: ‘Meyhanesi evi gibiydi. Yan tarafında da odası vardı, orada yatardı. Geç saatlere kadar içer, on ikiden sonra kendi meyhanesine gelirdi. İstediğine içki verir, istemediğine vermezdi. Yazarlar ve şairler, Asaf’ın meyhanesine sık sık gelirlerdi. Asaf’ın burada şiir yazışlarından birine tanık oldum. Bir kâğıda yazıyor, sonra yazdıklarını büyük bir sepetin içine atıyordu. Ne yapıyorsun? diye sordum, “Bunlar benim sermayemdir ayık zamanımda alır, düzeltir, şiiri yazarım dedi.”

CAHİT SITKI TARANCI
‘‘Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalb ağrısı.’’

İçkiyle muhabbetini “bayramda, seyranda içer” olarak tanımlayan Cahit Sıtkı Tarancı, çilingir sofrasına hepimizi özendirdiği Abbas şiirinin yanı sıra meyhane kültürünü pek güzel anlattığı bir yazıyı da 5 Kasım 1944’te Cumhuriyet Gazetesi’ne yazmıştı. Mavromadis Efendi’nin şirin mekânına, dolayısıyla geleneksel meyhaneye övgüler yağdıran yazısı şöyleydi:

“… Kadehimi doldurdum ve başladım içmeye. Taramasına diyecek yoktu. Turşusu harikulâde idi. Beyaz peynirin tek noksanı kavunsuz olmasıydı. Fasulye piyazına bayıldım. Oh! Bir de sigara yakayım dedim. Tezgâhın önünde kendisi gibi ufak tabaklara meze yerleştirmekle meşgul olan Mavromatis Efendi, arkası bana dönük olduğu halde sigara yakacağımı nasıl anladı da derhal bana doğru seğirtti. Acaba bir yudum rakıdan ve birkaç çatal mezeden ne kadar müddet sonra sigara içildiğini tahmin mi etmişti? Mümkündü. Kapı açıldı. Ve arkasından “Midye dolması var!” diye bir ses. Hem de ucuz. Tanesi üç buçuk kuruş… Aldık. Rakının lezzeti mezelerin lezzetiyle münasiptir derler. Hakikaten öyleymiş.

Ne iyi etmişim bu meyhaneye geldiğime. Canım Mavromatis Efendi. Saadetimizi ona borçluyuz. Sanki meyhane bir gemidir, bizler de yolcuları. Bizi ne güzel denizlerde gezdiriyor! 

Ne isteyeceğimizi gözlerimizden, sandalyelerimizde kıpırdanışımızdan, çatalımızı meze tabaklarında gezdirirken yüzümüzün aldığı ifadeden anlıyor. Gözlüklü komşum bir tane daha demeden gidip boş kadehini kaldırıyor, dört kişilik sofradan şunu isteriz, bunu isteriz diye bir ses yükselmeden yetişip boş su bardaklarını topluyor. Sonra hiçbirimizi bekletmeden aynı dikkat ve hürmetle bana başka bir meze getiriyor, komşunun kadehini dolu olarak iade ediyor. Kalabalık masaya bir sürahi suyu bırakıyordu.

Meyhanenin iyi iş yaptığı Mavromatis Efendi’nin yüzündeki memnuniyetten belli oluyordu.”

Kaynaklar: 

www.meyhanedeyiz.biz/yazilar/cahit-sitki-tarancinin-bir-meyhane-sefasi

https://tersdergi.com/edebiyatin-iyi-icenleri-nasil-icerdi/

/

LGBTİ: Onlar hep vardı. Ama hiç görülmek istenmediler…

Taşlandılar, yakıldılar, hadım edildiler. Varoluşlarına dair izler tarih kadar eski olsa da onlar hiçbir zaman kabul edilmek, görülmek istenmediler. Günümüzde de eşcinsellere ve eşcinselliğe bakış açısı pek çok toplum için son derece çetrefilli bir konu. Peki ama neden? 

ELİF NAZLI DURAN

Zaman içinde yasaların ve toplumun ona bakış açısında pozitif yönde değişimler meydana geldi ancak yine de hiçbir “öteki” yol bu kadar taşlı, engebeli ve virajlı olmadı. Gerçekten de homoseksüellik dünya üzerindeki tüm toplumlar için son derece sancılı bir konu oldu ve olmaya devam ediyor. Biz konuyu tarihten bugüne ele aldık ve bakın hangi satır başlarına değindik…

Batı medeniyetlerinde aynı cinsten iki kişi arasındaki ilişkiye dair ilk izler Eski Yunan kaynaklı. İlk dönem eserlerinde, özgür (köle sınıfından olmayan) iki yetişkin arasındaki böyle bir ilişkiyi onaylar nitelikte yazılar yazan Platon, geç dönem yazdığı yazılardaysa bunun yasaklanmasına dair fikirlerini belirtmiş. Politics isimli eserinde homoseksüelliğe değinen Aristo, Keltlerin bundan gurur duyduğunu, Giritlilerinse meseleye bir nüfus planlaması olarak baktıklarından bahsetmiş. Öte yandan, tıpkı bugün olduğu gibi antik çağlarda da kadın homoseksüelliği erkek homoseksüelliğine kıyasla daha geri planda kalmış. Lesbos Adası’nda dünyaya gelen Şair Safo’nun şiirleri onun çağlarından çok daha sonraları, 19. Yüzyılda Yunanlılar tarafından lezbiyenlikle ilişkilendirilmiş, şiirlerindeki tutku dolu aşkın kendi cinsine yönelik olduğu iddia edilmişti. 

Sappho, MÖ. 615 yılında Lesbos adasında doğdu. Tarihte bilinen ilk kadın şairlerden biri olan Sappho’nun bu şiirleri kadınlar için yazdığı söylenir. Lezbiyen adı şairin doğduğu Lesbos (Midilli) adasından geliyor.

TEK TANRILI DİNLERLE BİRLİKTE EŞCİNSELLİK SUÇ KABUL EDİLDİ
Antik Roma’da ise, genç erkek bedeni erkeklerin cinsel ilgisinin odak noktası olmuş, ancak bu ilişkiler yaşlı özgür erkekler ve sekste alıcı rolü üstlenen köleler veya özgür gençler arasında kalmıştı. MS 390’da Hristiyanlığa geçişten sonra, İmparator I. Theodosius eşcinselliği pasif partner için yasal olarak cezalandırılabilir bir suç haline getirdi: “Bir erkeğin kadın rolünü üstlenerek acı çekmesine neden olan tüm kişiler, bu tür bir suçun cezasını halkın gözü önünde alevlerin arasında kalmakla öder.” 558’de, saltanatının sonuna doğru, Justinianus yasağı genişletti ve aktif ortağı da, bu tür davranışların “Tanrı’nın gazabı” yoluyla şehirlerin yok olmasına yol açabileceğine dair uyarıda bulundu. Öte yandan tüm bu düzenlemelere rağmen, I. Anastasius’un 618’deki saltanatının sonuna kadar eşcinsel ilişkiye açık erkek çocukların genelevlerinden vergi alınmaya devam edildi.

Hristiyanlık, Sosyal Hoşgörü ve Eşcinsellik isimli eserin yazarı John Boswell, eşcinselliğin yaygın olduğu Hristiyan manastır toplulukları ve diğer dini tarikatlardan bahseder. Kitapta, Roma Katolik Kilisesi’nin tarihi boyunca geyleri mahkûm etmediği, hatta 12. yüzyıla kadar, dönüşümlü olarak erkekler arasındaki aşkı kutladığını da anlatır. Boswell’in yazdıklarını tartışmalı bulanlar da olmuş. Örneğin, R. W. Southern, eşcinselliğin 12. yüzyıldan çok önce dini liderler ve ortaçağ bilim adamları tarafından yoğun bir şekilde kınandığına işaret eder; ayrıca erken ortaçağ toplumunda yaygın olan ve birçoğunda eşcinselliği ciddi günahlar arasında sayan tövbe geleneğinin de altını çizer. 

Rönesans dönemine gelindiğinde Roma Katolik Kilisesi eşcinsel ilişkilere yoğun bir baskı yapmaya başlamıştı. Eşcinsel aktivite, Avrupa’nın çoğunda tamamen yasal olmaktan çoğu Avrupa ülkesinde ölüm cezasına çarptırılmaya radikal bir şekilde geçiş yaptı. Fransa’da, ilk suç işleyen sodomitler (cinsel eylemi üreme amacı dışında gerçekleştirenler) testislerini, ikinci suçlarında ise penislerini kaybettiler ve üçüncü suçlarında yakıldılar. Eşcinsel eylemlere yakalanan kadınlar da sakatlanıp idam edilecekti. İspanyol Engizisyonu ise 1480’de başladı; sodomistler taşlandı, hadım edildi ve yakıldı. 1540 ile 1700 arasında 1.600’den fazla kişi sodomi nedeniyle yargılandı.1532’de Kutsal Roma İmparatorluğu, sodomiyi ölümle cezalandırılabilir hale getirmişti. Ertesi yıl Kral VIII. Henry, tüm erkek-erkek cinsel aktivitelerini ölümle cezalandıran 1533 Buggery Yasasını çıkardı. Bu baskılar modern çağa kadar  devam etti. 

Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki eşcinsel hakları hareketi son yüzyılda ve özellikle son yirmi yılda büyük ilerleme kaydetti. Eşcinsel aktiviteyi yasaklayan yasalar yürürlükten kaldırıldı; lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireyler artık açıkça orduda görev yapabilecek düzeyde kabul gördüler. 

ABD’de tam 50 eyalette aynı cinsiyetten çiftler yasal olarak evlenemeye ve çocuk evlat edinmeye hak kazandı. Ancak istihdam, barınma ve trans haklarını savunanlar için yol hâlâ oldukça uzun ve engebeli olmaya devam ediyor.

1960’LAR VE ÖZGÜRLÜK RÜZGARI
Eşcinsel hakları hareketinin ilerleme kaydetmesi için 1960’lara gelinmesi gerekiyordu.1961’de Illinois, eşcinselliği fiilen suç olmaktan çıkaran sodomi karşıtı yasalarını kaldıran ilk eyalet oldu ve Kaliforniya’daki yerel bir televizyon kanalı, eşcinsellik hakkında The Rejected (Reddedilen) adlı belgeseli yayınladı. 1965 yılında Dr. John Oliven, Cinsel Hijyen ve Patoloji adlı kitabında, yanlış cinsiyette vücutta doğmuş birini tanımlamak için “transgender” terimini ilk kez kullanan kişi oldu. 

Bu ilerlemeye rağmen LGBTİ bireyler daima kentsel bir alt kültürün parçası olmaya mahkumdular ve rutin şekilde taciz ve zulme maruz kaldılar. 1969’da, büyük yankı uyandıran bir olay eşcinsel hakları hareketini harekete geçirdi: Stonewall İsyanı. Gizli eşcinsel kulübü Stonewall Inn, Greenwich Village’da, ucuz, drag queen (kadın kılığında şov yapan erkek) ve evsiz gençleri memnuniyetle karşılayan bir yerdi. Ancak 28 Haziran 1969’un erken saatlerinde New York polisi Stonewall Inn’e baskın düzenledi. Yıllarca süren polis tacizinden bıkan patronlar ve mahalle sakinleri, polis minibüslerine saldırdılar. Olaylar büyüyerek tam bir isyana dönüştü ve protestolar beş gün boyunca sürdü. 

 

VE SİYASİ ZAFERLER…
1970’lerde LGBT bireylerin artan görünürlüğü ve aktivizmi, hareketin birden fazla cephede ilerleme kaydetmesine yardımcı oldu. Örneğin, 1977’de New York Yüksek Mahkemesi, transseksüel birey Renée Richards’ın Amerika Birleşik Devletleri Açık tenis turnuvasında bir kadın olarak oynayabileceğine karar verdi. Birçok LGBT birey kamuda çeşitli görevlere getirildi; Kathy Kozachenko, 1974’te Michigan, Ann Harbor Belediye Meclisi’ne bir koltuk kazandı ve bir kamu görevine seçilen ilk Amerikalı olarak tarihe geçti. 

Ünlü gökkuşağı bayrağını tasarlayan aktivist/sanatçı Gilbert Baker

GILBERT BAKER GÖKKUŞAĞI SİMGESİNİ YARITIYOR
Eşcinsel hakları platformunda kampanya yürüten Harvey Milk, 1978’de San Francisco şehir yöneticisi seçildi ve Kaliforniya’da siyasi bir ofise seçilen ilk açık gey erkek oldu. Milk, bir sanatçı ve eşcinsel hakları aktivisti olan Gilbert Baker’dan hareketi temsil eden ve bir gurur sembolü olarak görülecek bir amblem yaratmasını istedi. Baker, 1978’de bir onur yürüyüşünde sergilediği ilk gökkuşağı bayrağını tasarladı. Ertesi yıl, 1979’da, Lezbiyen ve Gey Hakları için Washington’daki ilk Ulusal Yürüyüşe 100.000’den fazla kişi ellerinde bu bayrakla katılacaktı.

 

TÜRKİYE’DE DURUM
Türkiye’de eşcinsellik 1858 yılından beri yasal yani bir suç unsuru olarak kabul edilmiyor. 1988 yılından beri de cinsiyet değişimi ameliyatlarına ve ameliyatla cinsiyet değiştirenlerin yeni ve yasal kimliklere sahip olmasına izin veriliyor. Askerlikten muaf olan eşcinseller, orduda ve devlet hizmetlerinde görev alamıyor. Ayrıca eşcinsel bireylerin evlenmesi ve evlat edinmesi de yasak. Pew Araştırma Merkezi başta olmak üzere, diğer pek çok araştırma örgütünün yaptığı çalışmalara göre, Türkiye homofobik eğilimlerin yaygın olduğu bir ülke ve lezbiyen, gey, biseksüel ve transgender (LGBT) bireyler diğer vatandaşlara göre dezavantajlı durumda sayılabilirler. 2003 yılında yapılan ve Lambdaistanbul tarafından İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde gerçekleştirilen LGBT Onur Yürüyüşü Türkiye’de LGBT hakları adına yapılan en büyük ve yankı uyandıran eylem oldu. 

 

Alan Mathison Turing

TURING’E İADE-İ İTİBAR
İngiliz matematikçi, bilgisayar bilimcisi ve kriptolog Alan Mathison Turing, bilgisayar biliminin kurucusu kabul ediliyor. Turing Enigma’yı (Nazi Almanyasının ordu içi haberleşme sistemi) çözerek karşı kuvvetlere büyük avantaj sağladı. 

Oysa hayatı hiç ışıltılı geçmedi. 1952’de genç bir erkekle birlikte olduğu tespit edilen Turing, homoseksüelliğin İngiltere’de yasadışı bir suç ve akıl hastalığı olarak kabul edilmesi nedeniyle mahkûm edildi. Bir yıl sonra siyanüre batırılmış bir elma yiyerek intihar ettiği söylendi. Apple logosundaki ısırılmış elmanın Turing’e bir saygı duruşu olduğu rivayet edilse de firma bunu kabul eden bir açıklama yapmadı. Turing’in ölümünden kısa süre sonra, Bilgisayar Mekanizmaları Birliği tarafından her yıl, bilgisayar camiasına teknik makaleler yazan bir kişiye Turing Ödülü verilmeye başlandı ve bu ödül, günümüzde bilgisayar dünyasının Nobel Ödülü olarak kabul ediliyor.

Türkiye’de cinsiyet değişimi ameliyatından sonra pembe nüfus cüzdanını hem devlete hem halka kabul ettiren sanatçı: Bülent Ersoy

TÜRKİYE’NİN BAĞRINA BASTIĞI TRANSSEKSÜEL NAM-I DİĞER DİVA, BÜLENT ERSOY
1981 yılında Londra’da geçirdiği cinsiyet değiştirme ameliyatıyla kadın olan Bülent Ersoy’un pembe nüfus kâğıdı alması kamuoyunca onaylandı. Bülent Ersoy’un müzik yeteneği, onun tüm hayatı boyunca sahip olduğu en güçlü silahtı. Ersoy, hayatı boyunca, aşk hayatı, söylediği şarkılar, farklı albümler, giyim kuşamı ve konuşma tarzıyla gündemde kaldı. Cinsiyet değiştirme operasyonuyla kadın olması ve ardından “Alaturka 95” adlı albümünde ezan okumasıyla yeni tartışmaları ortaya çıkardı. Her türlü medya saldırısına rağmen şarkıcının güçlü gırtlağının varlığı, sahnelerdeki tavizsiz duruşu, radikal kararları, bireysel açıdan sağladığı rızanın medyadaki yansıması olarak kabul edilebilir. 


Cinsiyet Değiştirme Ameliyatları ve Plastik Cerrahi

Kayıtlara geçen ilk cinsiyet değiştirme ameliyatı 1952 yılında yapıldı. George ismindeki erkek hasta, yapılan operasyon “Christine” adını aldı. Bu ameliyattan sonra cinsiyet değiştirme ameliyatları “Christine ameliyatı” olarak anıldı. Erkekten kadına cinsiyet değişikliği sürecinde vücudu kadınsılaştırmak için hormon tedavisi uygulanır. Bu tedavi sonucu, meme büyümesi meydana gelir. Büyüme istenen düzeyde olmazsa devreye meme büyütme ameliyatı girer. Bu ameliyatı genital rekonstrüksiyon işlemleri takip eder. Yüz ve bedende kadınsı hatlar oluşturmak için kaş çıkıntısının azaltılması, burun estetiği, adem elması ve çenenin küçültülmesi, dolgular, bel çevresinden alınan yağın kalça ve baldırlara verilerek kıvrımlı hatlar oluşturulması gibi işlemler de uygulanabilir. Bu işlemler, plastik cerrahlar tarafından yapılır. 


Jodie Foster-Alexandra Hedison ve Julia Lemigova-Martina Navratilova en tanınmış lezbiyen çiftlerden.

LEZBİYENLERE BAKIŞ AÇISI DAHA MI ILIMLI?
Geçtiğimiz günlerde, 23 farklı ülkede heteroseksüel olmayan erkek ve kadınlara yönelik tutumları araştıran yeni bir araştırma, lezbiyenlerin dünyadaki gey erkeklerden daha fazla kabul gördüğünü ortaya koydu. 

New York Üniversitesi’nden üç psikolog tarafından yürütülen ve Social Psychology and Personality Science (Sosyal Psikoloji ve Kişilik Bilimi) dergisinde yayınlanan bu araştırmaya göre, araştırma yapılan tüm ülkelerde gey erkekler gey kadınlardan daha fazla tepki çekiyor. 

LGBTİ NE DEMEK? Heteroseksüeller dışında, farklı cinsel yönelimleri tarif etmek için kullanılan kısaltma Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transgender, Interseks’in açılımının baş harflerinden oluşuyor.

EŞCİNSELLİK NE KADAR YAYGIN? 
Eşcinsellik doğada yüzlerce farklı hayvan türünde bulunmaktadır. Halbuki üreme olasılığını düşüren bir varyasyonun popülasyon içinden elenmesini beklerdik. Bu durum, bilim insanlarının uzun süredir aklını kurcalamaktadır.

Öte yandan insan popülasyonları üzerinde yapılan çalışmalar, insanlardaki cinsel yönelimin tek eksenli ve çift kutuplu (“ya heteroseksüelsindir, ya homoseksüel”) şeklinde olmadığını, kişilerin bu ikisi arasında yer alabildiğini, hatta farklı yaş gruplarında bir kişinin Kinsey Skalası gibi eşcinsellik-düzcinsellik skalalarında kutupsal olarak olmasa da, komşu seviyelere kayma yoluyla yer değiştirebildiği gösterilmiştir. 

Birçok araştırma*, evrimsel biyolojinin öngörülerinden de beklendiği üzere insan popülasyonları içindeki eşcinsellik ve eşcinsel davranış oranları yaklaşık olarak %2-10 arasında seyrettiğine işaret etmektedir. Türkiye’de bu konuda çalışma bulunmadığı için ne yazık ki oranları bilememekteyiz. Ancak uluslararası istatistiklere bakılacak olursa, Türkiye’de de ortalamada %2-4’lük bir popülasyonun hayatlarında en az bir defa eşcinsel deneyim yaşadığı veya kendini eşcinsel olarak tanımlayacağını beklediğimizi söyleyebiliriz.

*https://evrimagaci.org/insanlar-arasinda-escinsellik-ne-kadar-yaygin-636


Ömer Seyfettin ve Eleğimsağma (Gökkuşağı) hikayesi:

Hikaye, erkek kıyafetleriyle gezmeyi seven ve ileride asker olmak isteyen, genç kızın, gördüğü bir rüyayı anlatıyor. Rüyasında, köyde hep güzelliğine hayran olduğu genç bir kadınla evlenebilmek için tek yolunun, gökkuşağının altından geçerek erkek olmak olduğunu öğrenen genç kız, ağabeyinin kıyafetlerini giyip gökkuşağının altından geçmek için koşmaya başlıyor ve saatler süren bir koşunun ardından gerçekten gökkuşağının altından geçiyor ve erkek oluyor. Anadolu’da da yaygın bu inanç; LGBTİ sembolü seçiminin de evrensel olduğunu doğrular nitelikte.


İTALYA’YI KARIŞTIRAN EŞCİNSELLİK TEDAVİSİ AFİŞİ 
İtalya’da bir tıp kliniğine eşcinsellere “tedavi” öneren bir afişin asılması tepkilere neden oldu. Savona kentindeki kliniğe asılan afişte, “Luca eşcinseldi. Ama dini ve psikolojik temelli bir dönüşüm süreci sayesinde erkekliğini ve heteroseksüelliğini yeniden kazandı” ifadeleri yer alıyordu. İtalya’nın en büyük ulusal LGBTİ derneği, afiş hakkında Tabipler Birliği’ne şikayette bulundu ancak cevap alamayınca vakayı kamuoyuna yansıttı. Olayın basında yer alması üzerine Tabipler Birliği bir açıklama yaparak “Eşcinselliği bir hastalık olarak görmüyoruz. Şikayete konu olan olay hakkında en kısa zamanda değerlendirme yapılacaktır” dedi. Afişi kliniğine asan doktor Fabio Vaccaro ise “Nasıl Alzheimer ve diyabet tedavisi için posterler asıyorsam, cinsel kimlik sorunu yaşayanlar için de terapi öneren afişler asarım” dedi. İktidardaki Demokratik Parti’den Senatör Sergio Lo Giudice, Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) eşcinselliği hastalıklar listesinden onlarca yıl önce çıkardığını hatırlattı ve “Savona’dan gelen haber bizi Ortaçağ’a geri götürüyor. Gay ve lezbiyenleri ‘tedavi etmek’ için ‘onarıcı terapi’ denilen şeyleri teşvik eden bir doktor ancak kendi mesleğini lekeler” demecini verdi ve Vaccaro’nun Tabipler Birliği tarafından meslekten men edilmesi gerektiğini söyledi. Meslek Odası’ndan uyarı alan Vaccaro’nun, yakın geçmişte aşı karşıtlığından da uyarı aldığı ortaya çıktı.

 


Homofobik anlayışı eleştirmek ve dalga geçmek için bu tişörtler giyiliyor. Tişörtler, Key West, San Francisco ve diğer gey mekanlarında çok popüler.

Sinema yazarı Uğur Vardan’dan
10 gökkuşağı filmi

‘Moonlight’  (Ay ışığı- 2017) 
Portrait de la jeune fille en feu (Alev almış bir genç kızın potresi- 2019) 
‘Pride’  (Onur- 2014) 
‘Milk’  (Süt- 2008) 
‘Dolor Y Gloria’  (Acı ve Zafer- 2008) 
‘ La vie d’Adèle’  (Mavi en sıcak renktir- 2013) 
‘Brokeback Dağı’ (Brokeback Dağı – 2005)
‘Angels in America’  Amerika’da Melekler – 2003) 
‘Bound’ (Bağ – 1996) 
Boys Don’t Cry’ (Erkekler Ağlamaz – 1999) 
‘The Boys in the Band’ (Gruptaki Oğlanlar – 1970) 
‘BPM (Beats Per Minute)’ (Dakikadaki Atış – 2017) 
‘Call me by Your Name’ (Beni Adınla Çağır – 2017) 
‘Carol’ (Carol – 2015)
‘The Celluloid Closet’ (Sakıncalı Film Dolabı – 1995)
Cruising (Devriye – 1980)
‘My Beautiful Laundrette’ (Benim Güzel Çamaşırhanem  – 1985) 
‘Weekend’ (Hafta Sonu – 2011)
‘The Happy Prince’ (Mutlu Prens- 2018)
‘Las Herederas’ (Mirasçılar- 2018)


 

/

Tilbe Saran: Hikayeniz varsa dinleyen bir seyirciniz de olacaktır

2500 yıldır değişe, dönüşe, evrile devrile tiyatro sürmüş. Tüm bu yaşananlardan süzülerek hikayeler anlatılmaya da devam edecek. Şekli değişir, mecrası değişir hatta adı bile değişir ama homo sapiens’in “oyun” ihtiyacı, “oyunbaz”lığı değişmez.

PROF. DR. AKIN YÜCEL
Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı

ASLI DELİKARA
FOTOĞRAF: OZAN PEKTAŞ

Sizi tiyatrodan, sinemadan, dizilerden, seslendirdiğiniz kitaplardan tanıyoruz. Çok sevilen bir sanatçısınız. Bütün bu işleri nasıl bir insan yapıyor, kendinizi nasıl tanımlarsınız?

Galiba kendimi yukarıda saymadığınız bir başka işimle tanımlamak isterim: hayal paylaşan, deneyim aktaran. Hem oyuncu olarak hem eğitmen olarak. Hikayeler paylaşan, hayaller kuran, hayallere ortak arayan biri. Uzun zamandır farklı kurumlarda eğitmenlik yapmaya çalışıyorum. Yaklaşık 10 yıldır Kadir Has Üniversitesi Tiyatro Bölümünde Oyunculuk Yöntemleri dersi veriyorum. Aslına bakarsanız deneyim aktarıyorum. Sahnede, kamerada ya da mikrofonun önünde olmanın zorluklarının üstesinden gelmenin çarelerini, o parlak ışıkların altında olmanın cazibesi ve bedelini genç meslektaşlarımla paylaşırken yeniden yeniden keşfetmenin tadını çıkarıyorum. Arsızca öğrenmek, daha çok öğrenmek istiyorum… Belki de dünyada eksik bulduklarımı hayallerle bütünlemeye çabalıyorum.

Soldan sağa: Yayın Yönetmeni Aslı Delikara, Tilbe Saran, Akın Yücel

Pandemi koşullarında bu sanat çok sahipsiz kaldı. Dijital sahneler denendi, stand up’lar yapıldı. Güncel durum nedir? Bir toparlanma yaşandı mı?

Pandemi, sektörümüzde olan bazı temel sorunları derinleştirdi. Özellikle küçük ölçekli salonlarda maddi karşılık ummadan hayallerinin peşinden giden pek çok grup dağıldı. Kurumsal kimlikleri daha oturmuş kumpanyaları bile sarstı. Ama her felaketin olduğu gibi pandeminin de bazı artıları oldu. Örneğin Tiyatro kooperatifi kuruldu. Dayanışma ağları oluştu. En güzeli bu oluşumlar İstanbul ile sınırlı kalmadı, diğer kentlere de bulaştı. Öğrenciler, genç mezunlar birbirleriyle ilişkilendi. Canlı performansın sıcaklığında olmasa da yeni mecralar tiyatro sanatına dahil edildi. Yeni teknolojiler yeni arayışlar getirdi. Ayrıca gösteri sanatlarının eğitiminden üretimine var olan yapısal sorunlar masaya yatırıldı, listelendi, adı kondu, çözüm odaklı çalışmalar başladı… Sanat emekçileri, sanat kurumları üzerlerine düşeni yaptı ama anayasada devlet sanatı korur maddesi devletçe çiğnendi. Artık en çok umuda ihtiyaç duyuyoruz. Güvenilir, özgür bir hukuk devletinde hayal kurabilmenin peşinde koşuyoruz. 

Sinemanın olanaklarıyla karşılaştırıp ömür biçilen tiyatro; kendine yeni yaşam biçimleri bulmakta oldukça mahir çıktı. Birçok yeni sahne açıldı, genç bir tiyatro izleyicisi oluştu. Siz tiyatronun geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Anlatacak bir hikayeniz varsa mutlaka sizi dinleyen bir seyirciniz de olacaktır.

2500 yıldır değişe, dönüşe, evrile devrile tiyatro sürmüş. Tüm bu yaşananlardan süzülerek hikayeler anlatılmaya da devam edecek. Şekli değişir, mecrası değişir hatta adı bile değişir ama homo sapiens’in “oyun” ihtiyacı, “oyunbaz”lığı değişmez. Tabii yapay zeka insanlığı nerelere sürükleyecek, robotların “sanat”a ihtiyacı olacak mı onu bilemem. Ama “kültür” dediğimiz büyük insanlık birikimi daima sanatla, sanatsı olanla aktarılmış. Yani bence robotlar bile oyun oynamaktan haz duyacaklardır! Çünkü can sıkıntısına tek iyi gelen şey yaratıcılık!

‘‘Türkiye’nin en iyi kadın tiyatro oyuncusu’’ olarak anılan, aynı zamanda sinema, dizi oyuncusu, seslendirme sanatçısı ve akademisyen Tilbe Saran ile sanattan, hayattan, güzellikten, siyasetten, Burgazada’dan ve elbette büyük aşkı tiyatrodan konuştuk…

BENİM GÜZELLİK TANIMIM: Mutluysam, ağız dolusu gülebiliyorsam, sağlıklıysam güzelim! 

Kadınların sürekli ağladığı ya da entrika peşinde koştuğu, mafyanın, çeteciliğin özendirildiği yapımlar çok fazla. Bu konuda senaristler, yapım şirketleri bir özdenetim yapamaz mı? Daha doğrusu toplumu biçimlendirmede rolü olan dizi sektöründeki cinsiyetçi, şiddeti özendiren dil, sizce nasıl daha hümanist bir çehreye bürünebilir?

Yaramıza parmak bastınız!

Ama eğer dikkatinizi çekmediyse artık eskisine göre klişe “kadın” imgesinde, cinsiyetçi söylemde kırılmaların başladığını müjdeleyebilirim. Sektördeki duyarlı kadın yazarlar, yönetmenler, yapımcılar ve oyuncular söz ettiğiniz özdenetimden fazlasını becerdi. Toplumun duyarlılığı da artıkça “taş fırın” erkeklerinin hiç de sempatik olmadıklarını fark edip daha eleştirel bakabiliyoruz. Gerçekten “adaletli” bir hukuk düzenine kavuştuğumuzda da  adaleti namluya sürülen mermi ile sağlamaya meraklıların devri kapanacaktır. Çok sıkı takip etmiyorum ama yaklaşık 60-70 yeni yapım her sene ekranlarımıza geliyor. Bazısı ana akımın gözünden kaçıyor, bazısı uzun süreli olamıyor, bazısı gündem oluşturuyor vs… Ama emin olun bu konuda emek veren, çalışan kurum ve kişiler var ve artık “kadın kadının kurdudur” söylemi “kadın kadının yurdudur”a evrildi. Sözünü ettiğiniz kalıplar da yakın gelecekte çöp olacak. Tabii bu eşit, özgür ve adaletli iklimin siyasi irade tarafından da benimsenmesi gelişim rüzgarlarını olumlu tetikleyecektir. İstanbul Sözleşmesi’nden hukuksuz biçimde ayrılan bir akıl elbette ki bu mafya özentili dünyanın ana sebebidir.

Tam da bu noktada haklı serzenişinizi niye yüksek sesle sormadığınızı da ben siz izleyicilere sormak istiyorum: tüketeceğimiz bir ürün alırken sağlığımıza zararlı olup olmadığına bakıyoruz, hatta tüketiciyi koruma kurumuna başvurabiliyoruz değil mi? O zaman bu ruhlarımızı yıpratan, ayrımcılık dilini, şiddet döngüsünü sürekli kullanan ürünleri boykot etmek de sizlerin görevi!

Biraz da tiyatronun güzelliklerinden bahsedelim. Sahne tozu yutanlar dizi ve filmlerden çok daha fazla kazansa da sahne aşkı bitmiyor. Bu çekiciliğin ardında ne var?

Seyircinin soluğu var, eli var, gözü var, alkışı var. Aynı anda ve bir kereliğine birlikte kurulan biricik bir oyun var. Hiçbir şey çocukluğun yerini tutamaz değil mi? İşte o çocukluk var… Elinizde tenekeden bir taç var ben kraliçeyim diyorsunuz ve sizi o teneke tacınızla kraliçe gibi gören hayaldaşlarınız var. Paylaşılan acılar, birlikte atılan kahkahalar var. Seyirciler bizim oyun arkadaşlarımız. İnsan arkadaşlıktan vazgeçebilir mi?

Sol Üst: İntikam (dizi)
Sağ Üst: Martı (fotoğraf:
Banu Kaplancalı)
Sol Alt: Cesaret Ana ve
Çocukları (fotoğraf:
Banu Kaplancalı)
Sağ Alt: Çekmeceler (flim)

Çoğunlukla bilge, kendiyle barışık, sakin karakterleri canlandırıyorsunuz. Öylesiniz de. Vega okuyucularına giderek zorlaşan hayatta insan kalabilmek hatta mutlu olmak için ne tavsiye edersiniz?

Mutluluk bekleyerek ulaşılacak bir yer, gökten kucağımıza düşüverecek bir ruh durumu çıkmasını bekleyeceğimiz piyango gibi bir şey değil. Seçmekle ilgili…

Varoluşumuzun sorumluluğunu taşımakla ilgili… Bu coğrafyada, bu iklimde insan olmak da insan kalmak da zor ama varlığımıza anlam veren de bu arayış, bu çaba… Sisyphos gibi her gün koca bir kayayı dev bir dağa çıkaracağız ve bileceğiz ki ertesi gün yeniden o yola en başından başlayacağız. Mutluluk yolda paylaştıklarımızda… Bir çocuğun gülüşünde, karanlıkta tutulan bir elde, kaldırım kenarından başını uzatmış çiçekte, bir kedinin mırmırında…

Oyunculukta başarının ne kadarı yetenek, ne kadarı çalışmaktan gelir? Bu mesleğe gönül veren gençler nasıl bir yol izlemeli?

Şunu sormalılar kendilerine: şart mı? Gerçekten olmazsa olmaz mı? Eğer öyle hissediyorlarsa Sait Faik gibi “yazmasaydım ölecektim” diyorlarsa, çıksınlar bu yola ve bilsinler ki durmadan çalışmaktan başka bir gizli reçete, sihirli bir formül yok.

YILLARDIR TİYATROYA GİTMEYENLER ÇEKİNMESİNLER. Nereden başlarlarsa başlasınlar, KEYİFLERİNİ YERİNE GETİRECEK çalışmalara rastlayacaklar. Genç, cesur YAPIMLAR, harika oyuncular var. Seyirciler de yaratıcı seçimler denemeli! Risk almak eğlencelidir. 

İstanbul’da yarı adalısınız, Burgazada’da yaşıyorsunuz. Bu kararı nasıl aldınız? Adanızda bizlere önerebileceğiniz bir yeme-içme gezme rotası alabilir miyiz?

Pandemi her zaman hasretini çektiğim doğaya daha yakın olma fırsatı sundu bana. Kent benim için sinema, tiyatro, konser, sergi, müze vs demek. Tüm bu etkinlikler olmayınca denizin sesini, göğün mavisini, toprağın kokusunu sessizce yudumlayacağım bir imkân yarattı ada.

Burgaz küçük bir ada, doğrusu yan yana sıralanmış lokantalarımız belli bir kalite sunarlar misafirlerine. Ama Canan ve Rasim’in küçüçük Fincan lokantası farklı tadlar da deneyimleyebileceğiniz özel bir yerdir. Kalpazankaya’da güneş elbet bir başka batar. Yasemin denizle kucak kucağa oturacağınız bir başka keyifli köşe… 

Şu hayatı keyifli hale getirmek için şunları yaparım dediğiniz ne var, biz de yapalım?

Toprakla, denizle, ormanla, hayvanlarla olmak. İyi romanların içinde kaybolmak, sinemanın büyülü dünyasında kaybolmak, dostlara sofra kurmak, imkan buldukça gezebilmek, ulaşabileceğiniz ellere yardımcı olabilmek, bazen  yüz yüze bazen bir telefonla nasılsın demek ve … Arada sırada Küçük Prens’i okumak. 

Estetik uygulamalar oyuncular için tehlikeli bulunur, mimiklerini kaybetme riskinin altı çizilirdi. Artık bu haberleri görmez olduk. Oyuncular da diğer kadınlar gibi öz bakımın bir parçası olarak bu işlemleri yaptırıyor. Sizin bu konudaki fikriniz nedir?

Doğrusu ben aynı dudakları, aynı kaşları, dişleri görmekten biraz sıkıldım. Farklı olanı seviyorum. Tornadan çıkma, fazla dokunulmuş ve doğallığını kaybetmiş yüzleri cansız buluyorum. Gılgamış gibi ölümsüzlüğün peşinden koşma çabalarını da trajik addediyorum. Bakımlı olmak güzel ama kendimize yabancılaşmadan. 

Biz kadınlara karşı şiddetin neredeyse bilerek engellenmediği bir dönemden geçiyorken Batıda kadınlar siyasette giderek yükseliyor ve toplumda söz sahibi oluyor. Bu makas kapanır mı sizce, nasıl kapanır?

Türkiye’de giderek güçlenen bir kadın hareketi var. Ben her daim, ses çıkartmaktan, sokağa inmekten, tava tencere çalıp, şarkı söylemekten kaçınmayan bu güzelim kadınlara güveniyorum. SusmaBitsin platformu gibi sektörü silkeleyen oluşumlardan, müthiş araştırmalar yapan akademisyenlerden ve dikey hiyerarşiyi reddederek yepyeni dayanışma ağları kuran yapılardan, eşitliği savunan ve buna çaba gösteren erkeklerden umut doluyorum. Ama maalesef “Devlet” “erkek” ve makası “erkekçe” açıyor. İstanbul Sözleşmesi gibi onur duyulması gereken bir antlaşmayı önce imzalayıp sonra caymak pek itibarlı bir tutum değil yazık ki!

Gene de her gün ‘bunu kadınlar yapamaz’ denilen işlerde art arda başarılı kadınları görmek, mesela setlerde özellikle kamera arkası teknik ekiplerde artan kadın sayısına tanıklık etmek iyi geliyor. Gümbür gümbür geliyoruz. Çünkü dünya kuşların tek kanatla uçamayacağını biliyor.

CİLDİMİ KORUMAK İÇİN, SON 6-7 YILDIR vegan ürünler kullanıyorum. Onun dışında yılda 2 kez kendimi ellerinize bırakıyorum. 


Tilbe Saran kimdir?

İstanbul doğumlu Tilbe Saran, St. Benoit Fransız Lisesi, İstanbul Belediye Konservatuvarı Tiyatro Bölümü, İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde eğitim gördü. Profesyonel tiyatro yaşamına 1984’de Kenter Tiyatrosu’nda başladı. 1986’da Dormen Tiyatrosu’nda sahnelenen “Hangisi Karısı” oyunundaki rolüyle ilk ödülünü aldı. 1989-1995 yılları arasında İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları kadrosunda sahneye çıktı. 1995’te Cüneyt Türel ve Işıl Kasapoğlu ile birlikte Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu’nu kurdu. 

2005 yılından sonra Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu’yla çalışmaya başladı. 

Fransa’daki Türkiye Sezonu çerçevesinde, 2009-2010 yıllarında Paris’te sahnelenen, Sedef Ecer’in yazdığı “Sur Le Seuil – Eşikte” adlı oyunda rol aldı. Oyun 17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nin konuğu olarak Türkiye’de okuma tiyatrosu şeklinde oynandı.

1985 yılından bu yana tiyatro, sinema ve TV dizisi çalışmalarını bir arada sürdüren, aynı zamanda seslendirme ve sunuculuk yapan, şiir okumalarına katılan Tilbe Saran; 2014-1017 yıllarında Oyuncular Sendikası Genel Sekreteri olarak görev aldı. Akademi İstanbul, Maltepe Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi’nde eğitim kadrolarında yer alan Saran, halen  Kadir Has Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.


/

Dünyanın en çok talep gören bakterisi: Botulinum toksin (botoks)

“Her şey zehirdir, mühim olan dozudur”. Bu ünlü söz, Toksikoloji’nin babası Paracelsus’a ait. Sözün aslı Almancadır ve şöyledir: “Alle dinge sind gift und nichts ist ohne gift; allein die dosis macht, dass ein ding kein gift ist.” Meali ise şudur: “her şey zehirdir ve hiçbir şey zehirsiz değildir. Bir şeyi zehirsiz yapan dozudur.” Bu cümle, yarım litresi tüm insanları öldürmeye yeten, siyanürden 100 kat daha güçlü, ancak tıpta birçok alanda kullanılar BotulInum Toksin’i, bilinen adıyla Botoks’u anlatırken bize yardımcı olacak.

PROF. DR. AKIN YÜCEL
ILLUSTRASYON: SERHAT GÜRPINAR

Estetik endüstrisinin en çok talep gören bu bakteri proteini,  bulunuşundan yaygınlaşmasına dek bilim tarihi için de pazarlama dünyası için de ilgi çekici bir hikaye. Yaratıcısının kozmetik kullanımıyla pek ilgilenmediği, başlangıçta şaşılık tedavisindeki başarısı ile göz dolduran Botoks, günümüzde kozmetik kullanımının yanı sıra migrenden, çiğneme problemlerine, idrar kaçırmadan terlemeye dek birçok rahatsızlığın tedavisinde güvenle kullanılıyor. Peki nasıl oluyor?

GÖZ DOKTORU ALAN SCOTT’UN KEŞFİ 
45 yıl önce, göz doktoru Alan Scott, görme nedeniyle üç başarısız ameliyat geçiren bir hastaya yardım etmek için eşi görülmemiş bir yol denedi: Dünyanın en ölümcül zehri olan evcilleştirilmiş bir botulizm toksinini hastanın göz kaslarına enjekte etti. Sonuç başarılı oldu ve Scott daha sonra Botoks olarak anılacak olan şeyin babası olarak selamlandı. Kasların sinirlere verdiği sinyali geçici olarak bloke eden bu madde buna ihtiyaç duyulan alanlarda kullanılmaya başlandı ama asıl büyük çıkış, yüzde kırışıklık yaratan kaslara uygulanması prosedürü ile oldu. New York Times’ın “tıbbın koli bandına yanıtı” adını verdiği bu çok amaçlı kullanım alanına sahip sıvı, bir bakteri proteinidir. Yılan zehiri ile hiçbir zaman ilgisi olmadı. Konserve yiyeceklerde eğer uygun saklanma koşulları sağlanmazsa oluşabilen bu bakterinin adı ise sosisten geliyor. 

Geçmişte sosislerden insanların zehirlenmesi üzerine buna sebep olan bakteriyi ayrıştırmayı başaran Belçikalı bakteriyolog Emile van Ermengem, bir cenazede servis edilen kan sosisiyle bağlantılı ölümcül bir salgın üzerinde çalıştıktan sonra, botulizmden sorumlu bakteriyi tespit etti (1895) ve bu bakteriye, “sosis-botolus” kelimesinden türeyen “Botulinum Toksin” adını verdi. 

Botoks, tortularda ve ayrıca bazı hayvanların ve balıkların bağırsak yollarında doğal olarak bulunan Clostridium botulinum bakterisinin sporlarından oluşur.  İlaç kendisini iskelet kası, sinir uçları, beyin ve bazı düz kaslardaki reseptörlere bağlayarak nörotransmitter asetilkolin salınımını engeller.  

Botoks, sinirlerin kaslara kasılmak için sinyal göndermesini engelleyerek, kasları kısa süreli olarak felç eder. Dr. Scott, 1970’lerin başında, laboratuvar testi maymunlarının (göz kaslarının), ilaç enjeksiyonuna yanıt verdiğini keşfeden ilk kişiydi. Botulinum toksinin etkisinin hedeflenen kasla sınırlı olduğunu, oldukça uzun sürebileceğini ve yan etkisi olmadığını buldu. Ürün ilk defa 1977’de insanlara uygulandı. Scott’ın Oculinum adını verdiği ilaç, şaşılık ve göz seğirmesini (blefarospazm) tedavi etmek için ilk FDA onayını 1989’da aldı. Allergan firması ise birkaç yıl sonra Oculinum’u Scott’tan aldı ve adını Botox olarak değiştirdi. 

ABD’de bugün kayıtlara geçen en popüler uygulama botokstur. Buluşlar için “insanlığın çehresini değiştirdi” derler, bu Botoks için fazlasıyla geçerli.

Amerikan Estetik Plastik Cerrahi Derneği (ASAPS) verilerine göre Amerikalılar 2019’da botoks prosedürü için yaklaşık 2,5 milyar dolar harcadı. Bu işlem, dünyanın en popüler kozmetik uygulaması. Tahtını da kolay kolay devredecek gibi  görünmüyor. 

KOZMETİK ALANDA KULLANIM ONAYI 2002’DE ALINDI 
Botoks’un kozmetik alanda kulllanımı, 2002 yılında kırışıklık tedavisinde kullanımı için FDA onayı almasıyla yaygınlaştı. Botoks’un nörotoksik etkileri, kas kasılmasını önlemek için sinir sinyallerine müdahale ederek çalışır. Bunu yaparken, kırışıklıkların ve ince çizgilerin görünümünü geçici olarak azaltır. 

İLK UYGULAMALAR BAŞARILI ANCAK ABARTILI İDİ 
Botoks uygulamaları için 10-15 sene önce yapay, ifadesiz, donuk yüzlerden bahsedebilirdik. Uygulama alanı tespitinde ve dozunda tecrübeyle gelen mükemmeliyet bu abartılı görünümü de zamanla ortadan kaldırdı. Uygulamalar sıklaştıkça daha doğal görünümler elde edildi ve kaş-göz kapağı düşüklüğü, balmumum maskesine benzer yüzler hemen hemen görülmez oldu. Bir de minik uyarı ekleyelim: Botoks ve dolgu gibi işlemler deri ve deri altı işleyişi hakkında bilgisi ve tecrübesi olan plastik cerrahlar, dermatologlar ve medikal estetik sertifikasına sahip hekimler tarafından yapıldığında güvenlidir.

BOTOKS MİMİKLERE ZARAR VEREBİLİR Mİ?
Botoks etkisi geçici bir uygulamadır. Abartılı uygulamalar bir süre için donuk ifadelere yol açabilir ancak hiçbir mimiğe kalıcı bir zarar vermez. Uygulayan hekimin ‘mimik hareketlerini ortadan kaldırmadan kişinin yüzünde bu hareketlerin zaman içerisinde bıraktığı izleri nasıl hafifletebiliriz’ arayışı içinde olması gerekir. Her kozmetik uygulamada olduğu gibi Botoks uygulaması da iki ucu keskin bıçaktır ve doğru ellerde uygulanması gerekir. Günümüzde mimiklerin çok değerli olduğu oyunculuk sektöründe bu uygulama sıkça yapılmakta ve 15 yıl önceki donuk ifadelerin aksine son derece doğal sonuçlar elde edilmektedir. 

Dünya Savaşı sırasında, askeri bilim insanlarını şeytani fikirlere sürükleyen botoks, Siyanürden 100 kat daha zehirli olmasına karşın silaha dönüşmesindeki zorluklarla -iyi ki-kullanım dışı kaldı. Ordu, Kimyasal Birliklerini dağıttığında, toksin, meraklı akademik araştırmacılara sağlandı. Savaşların tıpta ilerlemenin en yüksek olduğu dönemler olması trajik, ama gerçek bir bilgidir.

BOTOKS’UN UYGULAMA ALANLARI 
Botoks en sık göz kenarlarında kaz ayağı olarak tabir edilen bölgeye, kaşların arasına, göz altlarına ve alına uygulanır. Ağız çevresi, boyundaki hindi boynu görünümüne yol açan çizgilere de kırışıklıkları hafifletmek amacıyla Botoks yapılmaktadır. 

Üst Yüz Bölgesinde: Kaş çatma çizgilerinin ortadan kaldırılması, alındaki yatay çizgilerin tedavisi ve kaz ayağı denilen, göz kenarındaki çizgilenmelerin geçici olarak ortadan kaldırılması, kaş kenarlarının yükseltilerek, daha çekici göz hatlarının oluşturulması Botulinum Toksin’in en bilinen ve en sık uygulanan alanlarıdır.

Burunda: Özellikle gülme ile oluşan burun ucu düşüklüğü, burun sırtında ve kenarlarında oluşan çizgiler (Tavşan Çizgileri) yine Botoks ile çözülebilmektedir.

Alt yüz bölgesinde: Çene ucunda oluşan kırışıklıkların tedavisi, çenede oluşan istemsiz kasılmaların giderilmesi, ağız köşesi aşağıya doğru yerleşim gösteren hastalarda üzgün yüz görünümünün ortadan kaldırılması Botoks’la sağlanabilir.

Boyun bölgesinde: Boyun bantlarının (boyundaki hindi boynu görünümü veren kırışıklıklar) hafifletilmesinde de Botoks’tan yararlanılır.

Tedavi amaçlı kullanım: Botulinum Toksin, gerilim ve migren tipi baş ağrılarında, Bruksizim denilen, diş sıkma ve diş gıcırdatma problemlerinde ve aşırı terleme tedavisi için koltuk altlarında, el ve ayak tabanlarında kullanılmaktadır.


Pazar büyüklüğü 2018 verilerine göre 4 milyar dolar 

Botoks’un bu kadar yaygın olmasının sebebi, her geçen gün farklı alanlarda da kullanılmaya başlamasında yatıyor. Bu işlem sadece göz çevresi ve alındaki kırışıklıklar için değil; migren, aşırı terleme, diş sıkma rahatsızlığının tedavisine kadar birçok alanda uygulanmaktadır. Botoks’u hyalüronik asit dolgular, epilasyon, ameliyatsız yüz gençleştirme işlemleri takip eder. Kayıt dışı uygulamaları da hesaba katarsak işlem hacmi bu verilen kat kat üzerindedir.


Basında 3. Sayfa haberlerine yansıyan uygulama hatalarının çoğu bu alanda uzman olmayan kişilere yaptırılan işlemler sonucu oluşmaktadır. Bu işlemin, cilt altı dokularına ve sinir sisteminin çalışmasına hâkim, bu konuda uzmanlık eğitimi almış plastik cerrahlar, dermatologlar ve sertifika sahibi medikal estetik hekimlerce uygulaması gerekir. 

BABY BOTOKS  
Botoks’un kırışık olan alanı düzleştirmek ve pürüzsüzleşmek ve kırışıklığın görünümünü hafifletmek amacıyla yapılan minik dozlu işlemlerinin piyasadaki tanıtım isimlerinden biridir. 

ÖNLEYİCİ BOTOKS  
20’li yaşlardan itibaren kırışıklıklar henüz yüzde kalıcı izler bırakmadan, bu izlerin oluşmaması için mimik alanlarına küçük dozlarla yapılan Botoks uygulamasıdır. Uygulamaya başlama yaşı, deri kalitesi, mimik kullanımı, kırışıklığın yerleşme olasılığına göre değişir.  

BUNLARI DA MERAK EDİYORUZ:  
Benzer mimiklere sahip olsa da aynı yaşta iki insanda farklı derecelerde kırışıklık olur mu?

Evet farklı derecelerde kırışıklık yaşanabilir. Örneğin; cildi ince ve kuru bir kişideki kaz ayaklarının sayısı, cilt yapısı kalın ve yağlı kişiye göre daha fazla olacaktır. Derinliğini ise kişinin kas kalınlığı, kasın gücü ve cilt kalınlığı belirler.

Deri tipimiz mimiklerin yüzümüzü kırıştırma biçimini etkiliyor mu?

Evet, ince derili hastalarda dudak üstündeki sigara çizgileri, alındaki enine çizgilerin de ince ince derinleşmesi ihtimali daha fazlayken, kalın derili olanlarda, kasları da daha güçlü olduğu için, ciltte tek ve çok derin oyuklar şeklinde derin kırışıklıklar oluşur.

Bir mimik kasını Botoks’la bloke ederken bu işlem sonucu yüzde farklı yerlerde kırışıklık oluşuyor mu? 

Bir mimik kasını Botoks’la bloke ederken bu kasa ters yönde çalışan kasa da az miktarda da olsa Botoks yaparız. Aksi takdirde kaşların aşırı derecede yukarıya çıkması gibi istenmeyen durumlarla karşılaşılabilir.


Botoks’un reklam sloganı: Hâlâ sen! 

Amanda Hess, New York Times’da kaleme aldığı yazıda, kırışıklıklara karşı yürütülen kampanyanın kadınların sadece yaşlılığının değil yaşanmışlıklarının da damgalanmasına yol açtığını ifade ediyor. “Kadınların üzgün, sıkıntılı, şaşkın görünmesi onları canlı gösteriyor” diyen Hess için Botoks, Hollywood’dan fırlatılma riski taşıyan kadınlar için bir ara istasyon haline gelmiş durumda. ‘Hâlâ sen’ sloganını da şöyle eleştiriyor: “Kadın film yıldızları artık belli bir yaştan sonra gömülmüyor; bunun yerine mumyalanıyorlar. Yeni Botoks sloganı “Hâlâ sen” yerine “Hâlâ burada” olabilir.