Aslı Delikara

/

Tarihi değiştiren güç: At

Tarihi değiştiren güç olarak bir hayvandan bahsedecek olsaydık, bu kuşkusuz at olurdu. Özgürlük, asalet, sadakat sembolü bu canlar, yüzyıllardır bizimle…

ASLI DELİKARA

Hemen hemen tüm kültürlerde görkemli güzellikleriyle övüldüler, uğurlu, kutsal kabul edilerek anlam dünyamızın parçası oldular. Medeniyetlerin genişlemesinin yani alışverişlerin, fetihlerin, yeni yerler görmek ve insanlarla tanışmanın atlarla mümkün olabilmesi, onları değerli kıldı kuşkusuz. Atı evcilleştirmeyi başaran ilk kavimler, savaşlarda büyük üstünlük ele geçirip, kıtaları fethettiler ve atlarına büyük kıymet verdiler, en başta da Türkler. Atın evcilleşmesi ve üzengi gibi binilmesini kolaylaştıran ekipmanın icadı, Türklerle işaretlenir.

Hipokrat’a adını veren sevgi

Eski Yunanlılar ata ‘Hippos’ diyordu. Atın atası kabul edilen otçul ve çok toynaklı bir memeli olan bu türe ait fosiller milyonlarca yıl önce var olduklarını gösteriyor. Evrim sürecinde tek tırnaklı hale geldiler, bacakları uzadı, zebra ve eşeklerin de dahil olduğu familya ‘Hippomorpha’ ortaya çıktı (günümüze ulaşan tek familya Equidae, yaşayan türü ise Equus’tur). Atlarla ilgili kullanılan kimi sözcükler ve isimler Hippo kökü taşır; hipodrom gibi. At sevgilerinden dolayı Antik Yunan toplumunda çocuklara “hippo” yani at ile başlayan isimler verildi, Tıbbın babası olarak adlandırılan Hipokrat, Hippias, Hipparkos gibi isimler, kökünü attan almıştır.

Ne yer ne içerler?

Otcul hayvanlardır. Arpa, yulaf, saman, buğday, buğday kepeği, soka küspesi, şekerpancarı yer, meralarda taze ot, yonca yemeği sever, bol taze suya ihtiyaç duyarlar. Elma, armut, havuç gibi yiyecekler ödül niyetine verilebilir, bayılırlar. 25-30 yıl kadar ömürleri vardır, iyi bakılırlarsa bu süre uzayabilir.

Hayatımıza nasıl girdiler?

Hayatımıza girişinin etinden yararlanmak üzere Tunç Çağı’nda başladığı düşünülür. Evcilleştirilmesinin yani binicilik ya da yük taşıma amaçlı kullanımının bozkır göçebe toplumlarda (Ukrayna ve Kazakistan civarında) başlamış olabileceği en yaygın kabuldür.

At Türk’ün kanadıdır”

M.Ö. 8-9. yüzyılda yaşayan Hunlar, 7-8. yüzyılda yaşamış Oğuzlar yani Proto-Türk olarak bilinen kavimlerin (kimilerince İrani bir halk kabul edilen İskitler’in) atı evcilleştiren kavimler olduğu kabul görmektedir. Bu toplumlar ilk atlı askerî birlikler oluşturmuş ve geniş topraklara at sayesinde egemen olmuştur. Çocukluktan çıkar çıkmaz at binmeye başladığı söylenen Eski Türklerin atasözlerinde, sporlarında, düğünlerinde atın önemli bir konumda olduğuna dair birçok örnek vardır. Kaşgarlı Mahmut’un ‘Divânu Lûgat’it-Türk’te geçen ‘At gibi sözler genelde ata ithaf edilen olumlu özelliklere, ‘Atın üstündeki Türk değilse yüktür’, ‘Türk çadırda doğar, at üstünde ölür’ gibi sözler ise Türklerin atlı kültürüne vurgu yapar. Eski Türklerde ölen kişiye yol göstermesi için atının da öldürülerek kurganlara konması birçok arkeolojik buluntuyla tespit edilmiştir (o dönemin değer anlayışı, maalesef). Onların kuyruğu bile semboldür, ölen kişinin atının kuyruğu kesilir ve buna ‘tullama’ (dullama) adı verilir. Atla binicisi eş kabul edildiği için, sahibi ölünce atı da dul kalmış sayılır.


Yergi değil iltifat: At hırsızı

Çerkes toplumunda kullanılan bu deyim, evin ferdi gibi görülen atı kaçırabilecek denli gözü pek, mahir olan kişiyi tarif eder. Hikayesi; zengin ağanın kızına âşık olan fakir gencin ağanın atını kaçırarak onun gözündeki sınavı geçmesine bir göndermedir.


Nika Ayaklanması

Nika Ayaklanması (M.S. 532) olarak anılan bu olaylar zincirinde, at yarışı taraftarlarından Maviler (çoğunlukla soylular, toplumun ileri gelen kesimi) ile Yeşiller (esnaf ve yoksul halk ağırlıklı) arasındaki çatışma, hükümdara karşı yeğeninin tahta geçmesini isteyenlerce de kışkırtıldı. Olaylar sarayı işgal etme noktalarına ulaşmışken, isyancıları Hipodrum’da kıstıran generaller ayaklanmayı 30.000 civarı taraftarı öldürerek bastırdı. Atları yarıştırma tutkusu, günümüze kadar kesintisiz devam etti. Makinaların icadı ve hayatın önümüze sunduğu yeni oyuncaklarla ilgi azalsa da at yarışçılığı bir yanıyla soyluların ve burjuva kesimin localardan izlediği öte yandan bahislerle daha ziyade alt sınıfların tutkusu olarak devam etmekte.

Tartışma:

Dünyaca ünlü İngiliz yarış atlarının kökleri Türk atlarına mı dayanıyor? Jeremy James imzalı ‘İngiliz Yarış Atlarının Atası Türk Atı’ ve Donna Landry imzalı ‘Asil Hayvanlar: İngiliz Kültürünü Değiştiren Doğulu Atlar’ adıyla yayımlanan kitaplar, ‘evet’ diyor. Landry’nin kitabını Türkçe’ye kazandıran Kapadokya Ün. Beşeri Bilimler Fak. İngilizce Mütercimlik ve Tercümanlık Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sinan Akıllı, safkanların şeceresinin İkinci Viyana Kuşatması’ndan geri çekilen Osmanlılardan ele geçirilen ‘Azaraks’ adlı Türkmen atıyla başladığını ifade ediyor.“‘Proto Ahal-Teke’ olarak kabul edilen bu Türkmen atına kendisini ele geçiren Kral III. William’ın yüzbaşısı Robert Byerley’den ilhamla ‘Byerley’s Turk adı’ verilmiş. 1690 yılında ise Kuzey İrlanda’da gerçekleşen bir at yarışında Byerley’s Turk, yarışı kazanarak kayıtlara geçmiş, birçok yarış atının ve ünlü kısrağın babası olarak ‘Safkan’ adı verilen soyun belkemiğini oluşturmuştur. Frankel isimli efsane yarış atının da şeceresi işte bu Byerley’s Turk’e kadar uzanır”. Akıllı; “Soyu bir Türkmen atına dayanan ve Safkan olarak anılan bu atları ‘Safkan İngiliz’ değil ‘Safkan’ olarak tanımlamak daha doğrudur” diyor ve ekliyor: “Soyu ünlü at ırkı Ahal- Teke’ye dayandırılan Türkmen atlarını özel kılan şey zeki, güçlü, çevik ve birçok at ırkına nazaran yüksek atlar olmalarıdır”. Ve bir not daha; İrlandalı yazar Jonathan Swift, dünyaca ünlü romanı ‘Guliver’in Gezileri’nde kendine bir ülke ve uygarlık yaratan zeki atları kurgularken işte bu Türkmen atlarından esinlenir.

Truva Atı

Truva Atı

Homeros’un İlyada destanında bahsedilen Troya savaşı, Akhalılar (Yunanlılar) ile Troyalılar (Truvalılar)’ın Çanakkale bölgesini ele geçirme arzusunun yanı sıra bir aşk hikayesiyle de anılır ve savaşı içine askerlerin gizlendiği tahtadan devasa bir atı düşman topraklarına sokan Akhalılar kazanır. Bilgisayarlara sızan zararlı (virüs) programlarının adı, bu hikâyeye binâyen Truva Atı’dır.


Mitolojide adalet, sadakat, asaleti simgelerler

Mitolojide genellikle göklere layık görülmüşlerdir; Şamanlar yer ve gök dünyaya onlar sayesinde yolculuk yapar. Muhammed Miraç’a kanatlı atı Burak’la çıkmıştır. Tulpar (Pegasus) biz fanilerin göremeyeceği rüzgâr kanatlarıyla göklere koşar ve adalet dağıtır. Bamsı Beyrek destanında ‘Dengiboz’ sahibini yedi yıl sadakatle bekler, Köroğlu’nun kader arkadaşı ‘Kırat’ıdır. Evliya Çelebi, Seyahatname’sini yol arkadaşı ‘Küheylan’ın sırtında tamamlar. Birçok kültürde masumiyet, sağlık, güç gibi anlamlar yüklenen tek boynuzlu at Unicorn, günümüzde hem yaratıcı iş girişimlerini tanımlar (unicorn girişim; airbnb, facebook gibi) hem de gökkuşağı ile birlikte LGBTİ simgesidir.

Sanat ve edebiyattaki yerini kısaca anlatmaz zor

“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim” dizeleriyle Nazım Hikmet atlı kültürümüze selam gönderir (Davet şiiri). Yaşar Kemal’in en çok alıntılanan sözü “O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık” olmalı. Cemal Süreya, en çok ezberlenen şiirinin enerjisini, atların soluk soluğa koşturmasından alır. “kırmızı bir at oluyor soluğum yüzümün yanmasından anlıyorum yoksuluz gecelerimiz çok kısa dörtnala sevişmek lazım” Kemal Tahir, Necip Fazıl Kısakürek, Cahit Zarifoğlu, Murathan Mungan, Yahya Kemal gibi yazar ve şairlerin eserlerinde, Nuri Bilge Ceylan sinemasında atlar özgürlük, asalet, güç simgesi olarak yer bulur.

Sinemanın unutulmaz atları

Efsanevi yarış atı Bold Pilot ve binicisi Halis Karataş’ın öyküsünü ‘Bizim için Şampiyon’ filmiyle beyaz perdeye aktaran Ahmet Katıksız, atların hassasiyetini, binicisiyle bütünleşmesini başarılı biçimde sunar. Dünya sinemasına gelirsek, özellikle kovboy filmlerini atsız düşünmek mümkün değildir. Caroline Thompson’ın Siyah İnci’si (1994) ve Steven Spielberg’ün Savaş Atı (2011), dünyayı bir atın gözünden görür. Filozof Nietzsche, zaten bozuk olan akıl sağlığını Torino’da bir sürücünün atını kırbaçlamasına tanık olunca büsbütün yitirir. Yönetmen Béla Tarr; bu olaya gönderme yaptığı 2011 yapımı ‘Torino Atı’ filminde, atın akıbetinin peşine düşer ve onun gözünden insan-hayvan hepimizi kapsayan bir mutsuz son tablosunu peliküle aktarır.

Akıllı Hans Etkisi

Sene 1895. Almanya’da bir matematik öğretmeni (Wilhelm von Osten) atı Hans’a dört işlemi, zamanı, okuma yazmayı öğrettiğini iddia eder. Hans, “eğer ayın sekizinci günü salıya isabet ederse, bir sonraki cuma ayın kaçıncı günü olur?” gibi sorulara toynağını yere vurarak cevap vermektedir. Hans, bilim komitelerince incelenir ve nihayet biyolog, psikolog Oskar Pfungst; atın zannedilen anlamda zihinsel işlemler yapmadığını, fakat kendisini izleyen insanların tepkilerindeki küçük değişimler yoluyla beklentileri algılayarak yanıt verdiğini ortaya koyar. ‘Akıllı Hans Etkisi’ adı verilen bu çalışma, izleyici beklentisinin olaylar üzerindeki etkileri ve hayvan bilişselliği araştırmaları adına önem taşımaktadır.

/

Balın iyisinden de sevgiden de anlıyorlar: Ayı

Filmlerde, gökyüzündeki takım yıldızlarıyla, maskotuyla, bayrağıyla hayatımıza sızmış durumdalar. Oyuncağını bağrımıza basıp, kendisinden korktuğumuz bu güçlü hayvanı biraz daha yakından tanımaya ne dersiniz?

ASLI DELİKARA

Ayı, yaşı tutanlarımızın hafızasında ayı oynatıcılarının eline düşmüş mazlum hayvanlar olarak yer alır ama kalplere 1988 yapımı muhteşem Fransız filmi Ayı (L’Ours) ile yerleşmiştir. Bir kuşağın sinemada ilk izlediği (ve izlerken ağladığı) film olarak hatırladığı L’Ours’un başrolünde Bart isimli bir Alaska boz ayısı yer alır. Yaban hayatının belgesel tadında yansıtıldığı, sevgi, dostluk, dayanışma, bağışlama kavramlarının hepimizin dünyasında yeri olduğunu gösteren film, o gün bu gündür hayvanlar üzerine çekilmiş en güzel, en dokunaklı filmdir bana göre. Evrenin görkemine, doğanın zenginliğine hayranlık, pekala ayılar üzerinden de aktarılabilir. Bu da bizim girişimimiz olarak kayıtlara geçsin o halde…

Türk kültüründe ormanın ruhunu ayılar taşır

Türkmenlerde “ayı”, Nogaylarda “ayuv”, Özbeklerde “ayig”, Kırgız ve Altay Türklerinde “ayı” olarak bilinen ayı, tüm tüm Türk boylarında benzer adlarla yer alır, bazı boylarda baba veya ata anlamlarına gelen kelimelerle de tanımlanmıştır. Eski Türklerin Şaman inançlarında, ayı kutsal bir hayvandır; koruyucu bir totem sayılır, orman ruhlarının temsilcisi ve ormanın tanrısıdır. Ayı-Tanrı’ya Kıpçak Türkleri “Baba” derler ve bir tabu olarak ormana girdiklerinde ayının adını anmazlar. Bazı Türk boyları gibi Başkurtlar da atalarının ayı olduğuna ve ondan türediklerine inanırlar.

Dünyada

Kuzey Asya ve Kuzey Amerika yerlisi olan Şamanlar ölümün bir ayının sırtında yolculuk ettiğine inanır. Asya ve Amerika ile Afrika ülkelerinde, Keltler ve Cermenler arasında da yaygın bir inanç olarak ayıya tapma görülür. Bugün Bern, Berlin gibi kentlerin sembollerinin ayı oluşu, Artio adındaki Kelt ayı-tanrıçasından köken alan bir uygulamadır. Kış uykusuna yatıp geri uyanan ayıların ruhunun, yeniden doğduğuna inanılır. Usta koşucu, dağcı ve yüzücü Bu hayvanlar hakkında ilk düzeltilmesi gereken inanç, hantal oluşlarıdır. Bazı türleri görece tembel olsa da (Panda gibi) oldukça usta koşucu, dağcı ve yüzücülerdir. Gözlerine kestirdikleri avlarının işi çok zordur. Etçil memeli bir tür olan ayılar, köpeğimsiler veya köpek benzeri etoburlar olarak sınıflandırılır. Kuzey Amerika, Güney Amerika, Avrupa ve Asya kıtalarında yaşarlar. Dünyada 8 ayı türü vardır, dev pandalar otçul, kutup ayısı çoğunlukla etobur, kalan türler hepçildir (her iki türlü de beslenen). Birçoğunda görülebilecek ortak fiziksel özellikler: kısa bacaklar, büyük bir gövde, uzun burun, küçük kulak, kısa kuyruk ve tırnakları dışarıda koca pençelerdir. Ağırlıkları Malaya ayısında yaklaşık 27-46 kg’dan başlayarak Alaska iri boz ayısında 780 kg’a kadar ulaşır. Erkekleri daima dişilerden daha iridir. Ayılar, insanlar gibi topukları da yere değmek üzere bütün ayak tabanını basarak yürüyebilirler. Her ayağında beş parmak, parmaklarının ucunda da içeri çekilmeyen tırnakları vardır. Tüyleri uzun ve çoğu türlerde kahverengi ya da siyah olmak üzere tek renklidir. Sadece büyük pandanın beyazlı siyahlı bir rengi ve kutup ayısının beyaz renkli tüyleri vardır. Bazı türlerin göğüslerinde ya da yüzlerinde farklı şekiller vardır. Hemen hepsi baldan hoşlanır. Çiftleşme dönemleri hariç genellikle yalnız yaşarlar. Çok gelişmiş bir koku alma yetenekleri vardır. Kış gelmeden önce bol bol beslenerek semiren ayılar kışın büyük bir bölümünü inlerinde, düzensiz biçimde uyuyarak geçirirler. Ama bu uzun uyuklama gerçek bir kış uykusu sayılmaz. Doğada yabani olarak 15-30 yıl kadar, yakalanıp insanlarca bakıldıklarında ise çok daha uzun yaşarlar.

“Ayı gibi yemek” sözünü doğrulayan girişim: Kış uykusu hazırlığı

Ayılar, yazın sonlarına doğru “hiperfaji” denen bir faza girerler ve aşırı beslenirler. Yazın ve güzün bir kısmını kapsayan 2-4 aylık bu dönemde her gün 1 kilo alabilecek kadar fazla besin tüketirler! Sonrasında ise 5-7 ay boyunca kış uykusuna yatarlar. Bu süreçte, vücutlarına depoladıkları kalorileri yakarlar ve neredeyse hiç hareket etmezler.


Panda ayı mı?

Boz ayı, kutup ayısı ve panda farklı türlerdir. Yaşadıkları yer, kutup ayılarını, derialtı yağ tabakasını, tüylerindeki pigmentasyonu ve cüssesini değiştirecek şekilde evrimleştirerek boz ayıdan farklılaştırmıştır. Artık bir kutup ayısı ve boz ayı çiftleşip verimli döller elde edemez. Panda da daha küçük, daha az hareket eden, sakin bir otçul ayıdır ve kutup ayısı ile çiftleşmesi düşünülemez. Sevimli videolarını sıkça gördüğümüz dev panda, ayıgiller familyasından, beyaz postu üzerinde bölge bölge siyah büyük benekleri olan, iri, nesli tehlikede olan bir ayı türüdür.


Mitoloji

Bulgaristan’da Karakoncolos, “Kukeri” adıyla anılır. 25 Aralık-6 Ocak arasındaki günlere ‘Mrasni dni’ (Kirli günler) adı verilir ve bu günlerde kötü ruhların evlere musallat olacağına inanıldığından nişan, düğün törenleri yapılmaz, kapılara ve çocukların elbiselerine sarımsaklar takılarak kötü ruhlardan korunmaya çalışılır. Karakoncolos, Anadolu kültüründe paylaşılan bir inanıştır. Kırşehir, Nevşehir gibi illerimizde, Mart ortasında köy gençlerinden birisinin ayı postu giyip, üzerine çanlar taktıktan sonra ev ev gezdirilerek tef eşliğinde türküler söylenmesi, çeşitli taklit ve seyirlik oyunlar oynanması âdeti Ayı Gezmesi (Saya Gezmesi) adıyla bilinmekte olup benzer niteliktedir. Artvin’de kışın en soğuk günleri Erbain adıyla anılmakta olup, o günlerde ayıların kış uykusundan uyanıp ayaklarını dere sularında yıkadıklarına inanılır. Bu yüzden ayılar dere sularını kirletmeden önce su kaplarının doldurup stok yapılması adettendir.

Ayıya dönüştürülen peri: Callisto

Yunan mitolojisinde Callisto bir nemf ya da Kral Lycaon’un kızıdır. Tanrı Zeus, göz koyduğu Callisto’yu baştan çıkarmak için yakınlaşmak üzere kendisini Artemis’e dönüştürür. Callisto, Zeus’tan hamile kalıp hamileliği keşfedildiğinde, gerçek Artemis’in (kimi hikayelerde Diana) grubundan kovulur, ardından Zeus’un karısı Hera, Callisto’yu bir ayıya dönüştürür. Callisto’nun oğlu Arkas, bir av esnasında ayıya dönüştürülen annesini öldürülmek üzereyken, Zeus yetişip Callisto’yu “Büyükayı” oğlu Arkas’ı da “Arkturos” yani Ayı Çobanı olarak yıldızların arasına yerleştirir (Küçükayı). Buna öfkelenen Hera (bir başka hikayede Jupiter’in eşi Juno) deniz tanrıları Okeanos ile Tethys‘ten, yıldıza dönüşmüş olan ayının bir daha asla deniz sularında yıkanamamasını ister. Bu yüzden Büyük Ayı asla batmaz. Bu, onların dairesel yıldız hareketine antik zamanlardan bir açıklamadır. Callisto’nun kılık değiştirmiş yani kadın kılığına girmiş Zeus/Jüpiter tarafından baştan çıkarılması, klasik mitolojide lezbiyen aşıkların en çok işlenen konularından biridir. Bu baştan çıkarma ve Callisto’nun ayıya dönüşme anı klasik sanatta oldukça işlenen popüler bir konu olmuştur. Bunların en etkileyicisi Titian’ın Diana ve Callisto’sudur. Resimde, giysileri iki peri tarafından çıkarılan Callisto’nun hamileliğinin ortaya çıkışı ve Diana’nın öfkesi vardır.

Utanç veren eğlence: Ayı oynatmak

1990’lı yıllara kadar sokaklarda tef çalarak ayı oynatanlara ve ayının etrafına doluşup bu gösteriyi izleyenlere rastlanırdı. Yavruyken kaçırılan ayılar türlü eziyetle dans etmeye alıştırılır, burnuna takılan halka ile alıkonurdu. ‘‘Toplumun Aynasında Ayı’’ kitabının yazarı antropolog Robert Eugene Bieder, ayıları arka ayakları üstünde durup dans etmeye zorlamanın Hindistan’da başladığını, daha sonra Çingene toplulukları tarafından Anadolu’ya ve Avrupa’ya taşındığını, Avrupa’da Roma döneminde ayı oynatıldığına dair kanıtlar olduğunu yazar. Eğlence dünyasında gazinolarda sahne alan ayılar 1956 yılbaşı gecesi Hilton Oteli’nde dahi sahne almıştır. Ayıların ve ayı oynatıcılarının yaşamı, 1990’da Nesli Çölgeçen ‘‘İmdat’la Zarife’’ filminde işlenmiştir. Filmin başrolde Şevket Altuğ ile Ayşe isimli gerçek bir ayı oynar.

Sinemada oldukça popüler…

Sinemada hayvanlar üzerine yapılmış en iyi film:

L’Ours-Ayı

19. yüzyıl Kanada’sında geçer. Yönetmen Jean Jaques Annard’ın parladığı film, L’Ours, César En İyi Yönetmen Ödülü, César En İyi Kurgu Ödüllerini aldı, birçoğuna da aday gösterildi. Annesiz kalan bir yavru ayının büyüme öyküsünü anlatan film, ülkemizdeki ‘Bir Sevgi Filmi’ alt başlığı ile gösterilmiş, büyük beğeni kazanmıştı. Yapımın çarpıcı sahnelerinden, ayının avcının hayatını bağışlaması olayı ise gerçek bir olaya dayanıyordu. Uyarlandığı kitabın yazarı James Oliver Curwood, bunu bizzat yaşadığı için yazdı ve filmin özet cümlesine ilham verdi: “Il y a un plaisir plus grand que celui de tuer; celiu de laisser la vie” “Öldürmekten daha çok coşku verici bir şey varsa; o da yaşamaya izin vermektir.”

Ayı Yogi

Hanna-Barbera tarafından 1958’de oluşturulan çizgi film karakteri ‘‘Ayı Yogi’’, çok sayıda çizgi roman, animasyon, televizyon şovları ve filmlerde yer aldı.

Ayı Teddy

Family Guy’ın yaratıcısı Seth MacFarlane’in sıra dışı bir iş olan ‘‘Ayı Teddy’’ gösterime girdiği her ülkede hem seyircilerden hem de eleştirmenlerden yüksek not almayı başarmış bir yapım. Bir Noel gecesi canlanan oyuncak ayı olan Teddy hayta, çapkın ve şirin bir karaktere can veriyor.

Winnie The Pooh

Winnie The Pooh (“Ayı Vinniy”), Alan Alexander Milne’in, oğlu Christopher Robin’e anlatmak için kaleme aldığı hikayede, oğlunun oyuncak ayısından esinlenir. Tamamen olumlu ve öğretici konular içeren bu ponçik çizgi filmde, günümüzde çizgi filmlerinde sıklıkla görülen olumsuz konu ve olaylara rastlanmaz.


Simgeler 1: Ayı Berlin şehrinin simgesidir. 2: Altın Ayı Berlin Uluslararası Film Festivali simgesi ve ödülüdür. 3: En ünlü maskot: 1980 Moskova Olimpiyat maskotu yavru ayı, en ilgi çeken maskot oldu. 4: WWF’nin (Dünya Doğayı Koruma Vakfı) logosu Londra Hayvanat Bahçesindeki Chi Chi isimli bir pandadan geliyor. 5: Grönland: Kuzey kutbundaki en büyük buz örtüsüyle kaplı, Danimarka Krallığı’na bağlı özerk bölgenin simgesi kutup ayısıdır. 6: ABD, Kaliforniya eyaletinin simgesinde ayı figürü vardır. 7: Rusya Federasyonu, Perm şehri armasında ayı sırtında bir kitapla yer alır. 8: Karelya Özerk Cumhuriyeti armasında, ayakta, kükreyen bir ayı bulunur.


Paddington ve UNICEF

2017’de UNICEF ve Vivendi dünya çapında çocuk haklarının desteklenmesine yardımcı olmak için ikonik ayı Paddington ile bir ortaklık duyurdu. 2 milyon sterlinin üzerinde bağış toplayan bu birliktelik, geri kalmış ülkelerdeki çocukları destekliyor. Bir oyunca ayı ne kadar pahalı olabilir? Louis Vuitton’un Doudou ayısı ikinci el bir sitede 20.482 Euro’dan alıcı bekliyor. “Yok artık” derseniz bu da linki: https://www.farfetch.com/es/ shopping/women/louis-vuitton- osito-doudou-2005-pre-owned- item-13245439.aspx

Borsada düşüşün simgesi

Ayı piyasası, hisse senetleri ve hemen her menkul kıymetin sert düşüşler kaydettiği, işlem hacimlerinin düştüğü, makroekonomik verilerin zayıf göründüğü bir dönemi ifade eder. Beyaz ayı sendromu Bir şeyi düşünmemek isterseniz düşünürsünüz. “İronik işlem teorisi” olarak bilinen sendrom, ne kadar uğraşırsak uğraşalım, bir şey hakkında düşünmeyi bırakamadığımız durumu tanımlar. Böyle zamanlardaki zihinsel süreç, beyninin iki bölümünü karşı karşıya getirir.

Rus ayısı

Rusya için yaygın bir semboldür. Genellikle İngiliz kökenli Batılılar tarafından Rusya’nın “büyük, acımasız ve sakar” olduğunu ima etmek için kullanıldı.

United Buddy Bears

United Buddy Bears / Barış Elçisi Dost Ayılar

Dünyanın her yerinden 150’den fazla sanatçının katıldığı uluslararası bir sanat projesidir. Sanatçıların kendi ülkelerine özgü serbestçe boyadığı ayıları, 2002’de Berlin’de açılan ilk sergiden bu yana, dünyada 40 milyondan fazla insan görme fırsatı buldu.

Sergi 2004-2005 yıllarında İstanbul’daydı. Buddy-Bears etkinlikleri (hediyeler ve müzayedeler) sayesinde UNICEF ve çok sayıda yerel çocuk yardım kuruluşu için 2.500.000 euronun üzerinde bağış toplamıştır.

Sergi dünya barışı için birçok ilki de gerçekleştirdi. Bazıları: 2005 Seul: Güney Kore’deki sergi öncesinde, iki sanatçı, ülkeleri adına Birleşik Buddy Bear tasarlamak için Kuzey Kore’den Pekin üzerinden Almanya’ya seyahat etme izni aldı.

Böylece Kuzey Kore ve Güney Kore’nin ilk kez bir sanat sergisi sırasında “el ele” birlikte durması mümkün oldu.

2007 Kudüs: Arap dünyasının tüm ülkeleri, ilk kez Kudüs, İsrail’de, diğer tüm ayılarla aynı seviyede bir Filistin ayısı ile 132 ulustan oluşan çemberde temsil edildi.

“Oyuncak Ayı” hikayesi 

Eski ABD başkanlarından Theodore “Teddy” Roosvelt 1903’te güney eyaletlerine bir gezi düzenlediğinde, Roosevelt’in ayı avına düşkün olduğunu bilen yöre halkı yavru bir ayı bulup ufak çaplı bir av tertip ederler. Ancak Başkan bu ava karşı çıkarak ayının hayatını bağışlar. Olay Washington Post gazetesine bir karikatürle haberleştirilir. Rus göçmen Morris Michtom, eşi Rose’a peluştan bir ayı yapmasını söyler.

Washington Post’da yayımlanan karikatürle birlikte bu oyuncak ayıyı Brooklyn’deki oyuncakçı dükkanının vitrinine koyar. Büyük ilgi gören Michtom, Roosevelt’e yazarak “Teddy Bear” adıyla üretime devam etmek için izin ister. Roosevelt adını ölümsüzleştiren bu fikre sıcak bakar ve hemen her çocuğun oyun arkadaşı olmuş peluş ayıların tarihi başlamış olur.

Üretilen ilk ‘Teddy Bear’ Amerika Ulusal Tarih Müzesi’nde (National Museum of American History) sergileniyor. İşte medeniyet, işte yaratıcı pazarlama.

/

Müzikle iç içe geçen bir ömür: Melihat Gülses

Babası kanuni Ahmet Tahir Köseoğlu, şarkı da söyleyen bir sanatçı, eşi Necip Gülses tanburi, bestekar. Kızı Neva kemençe sanatçısı. Bu evden yükselen sesi “Günaydın Nar Çiçeğim”, “Çok Aşığın Var Diyorlar” yorumlarından tanıyorsunuz. Türk Sanat Müziği’nin billur sesli solisti Melihat Gülses’le Vega için buluştuk, söyleştik. Müziğin ne güçlü bir bağ olduğunu, keyifle, mutlulukla hatırlatan sohbetimiz için kendisine bir kez daha teşekkürlerimizi iletiyoruz.

AKIN YÜCEL
Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı
ASLI DELİKARA
FOTOĞRAF: TUĞÇE SEÇEN
FOTOĞRAF: TUĞÇE SEÇEN

İçinin güzelliği adeta sesine yansıyan Melihat Hanım’a yakın çevresi “Melek” diyormuş. Duru, sakinleştirici, huzur veren bu seste, gerçekten de dünyeviliği aşan bir yumuşaklık, naiflik, hoşluk var. Türk Sanat Müziği’nin en güçlü, en tanınmış isimlerinden biri olan Gülses, “Çok aşığın var diyorlar” şarkısı Ihlamurlar Altında dizisi ile popülerleşince kemikleşmiş dinleyicilerine, yenilerini ekledi. Türk Sanat Müziği’ni gençlere, çocuklara sevdirmek, geniş kitlelere bu güzel müziği hatırlatmayı görev biliyor. Bu yazıyı mümkünse Melihat Gülses şarkılarından derlediğimiz Spotify listemizi dinlerken okuyunuz, eğer bu türe aşina değilseniz, daha iyi bir başlangıç olamazdı, hazırsanız, başlayalım…

Kısa kısa…

Adı Melahat değil, Melihat. Babasının bilinçli tercihi. Melih çok güzel, hat çizgi, melihat güzel çizgi demekmiş. Konservatuarda hocası Tülûn Korman “Melike”, arkadaşları Melek derken bu isim yerleşti. Radyonun Melek ablası oldu.

Babasının müzisyen olmasından dolayı Hamiyet Yüceses, Safiye Ayla, Müzeyyen Senar gibi sanatçıları dinleme fırsatı vardı. Bir meşk sırasında Hamiyet Yüceses, Melihat Gülses’i beğendi. “Çok kabiliyetli. Hançeresi çok kuvvetli ve mutlaka eğitim alması gerekiyor’’ dedi.

Rahmetli Kayahan’ın dans grubundaydı aynı zamanda vokaliydi. Eurovision seçmelerine katılmak üzere Ankara’ya gitmek üzere tren garına onu uzun yıllardır arkadaşı olan (şimdi eşi) Necip Gülses bıraktı. Arkadaşlık bu yolculukla aşka dönüştü.

Konservatuarda öğrenci olduğu yıllarda Taner Şener’in oynadığı Itri ve Ahmet Özhan’ın canlandırdığı Hacı Arif Bey dizilerinde kamera önüne geçti.

Kızı Neva ve oğlu Alihan Tahir’in isimleri aynı zamanda birer makam ismi. Neva Gülses TRT İstanbul Radyosu Klasik Kemençe sanatçısı. Alihan Tahir Gülses ise, Grafik Tasarım eğitiminin ardından şu anda Kanada’da Animasyon eğitimi almakta.

Sevgili Melihat Gülses, çocukken sanatçı olacağınız belli miydi? Çok şarkı söyler miydiniz? En geriye gittiğinizde, söylediğiniz hangi şarkı geliyor aklınıza?

Ben Konya Akşehir doğumluyum. Çocukken sanatkâr olacağım belli miydi bilemiyorum ama şimdiki değerlendirmem müziğin içine doğduğum… Özellikle o yıllarda Anadolu’nun bir geleneği olan müzikli toplantılar meşkler yapılıyordu. Gezek adı verilen bu toplantılara ailecek gidilir, fasıllar yapılır, Türk Müziğinin en güzel eserleri söylenirdi. Benim için unutulmayacak güzellikte olan dönem, babamın dizinin dibinde oturarak şarkılar söylediğim unutulmaz yıllar oldu. Bu meşklerde Melahat Pars’ın “Ben gamlı hazan sense bahar dinle de vazgeç” isimli eseri benden çok istenirdi.

Ses sanatçısı olmak çevrenizin sizi doğal olarak yönlendirdiği bir pozisyon muydu? Bir yol ayrımı/karar anı var mı?

Öncelikle Babam çocuklarının, müzikle direkt olarak ilgilenmesinden yana değildi. Ancak benim müzik aşkım çok küçük yaşlarda başladığı için, en çok zevk aldığım şey şarkı söylemek olmuştu. Yaşım ilerledikçe bu zevkimi müzik eğitimi alarak geliştirme fikri beynime iyice yerleşti. Yani Konservatuar eğitimi almak en büyük hayalimdi. 1975 yılında Türk Müziği Devlet konservatuarı kurulunca babamın bu meşklerde beraber olduğu Kemani Kazım Palas ve Udi Selim Demir hemen elimden tutup okula kaydımı yaptırdılar. Ancak sonrasında babamla büyük sıkıntılar yaşadım. Babam benim eğitim alıp iyi bir meslek sahibi olmamı müziği de amatörce yapmamı istiyordu.

Konservatuvardan Devlet Sanatçılığına…

Ben 8 yıllık bir eğitim gördüm konservatuarda. Ve orada çok önemli sanatçı hocalardan istifade ettim. Bekir Sıtkı Sezgin, Tülûn Korman, Tülin Yakarçelik, Alaeddin Yavaşça gibi Türk Müziğinin duayenleri ile çalıştım. Onların sanata bakış açılarından çok etkilenmiş ve ileride bir ses sanatçısı olduğumda onlar gibi davranmam gerektiğine inanmıştım. 1981 yılında TRT İstanbul Radyosunu kazanınca en büyük dileğim yerine geldi. Artık bir devlet sanatçısı olarak TV programları ve konserler yapmaya başladım.


Güzellik anlayışınızı tarif eder misiniz? Sahne dünyası bu alanda çok tutkuludur, olabildiğince genç, güzel kalmak önemsenir. Sizin gözünüzde değeri nedir güzelliğin?

Güzelliğe çok önem veririm, benim için hem ruh hem beden güzelliğinin birbirini tamamlaması gerekir. İnsanının kendisini bulması, yani kendisi olması çok önemlidir. Fazla yapılan makyaja ve sizi, siz olmaktan çıkaran estetiğe karşıyım. Cilt bakımımı ve gerektiğinde yapılması gereken küçük dokunuşları, değerli doktorum Akın Yücel Bey’e danışarak birlikte uygularız. Hayatımdaki önemli şanslarımdan birisi de kendisini tanımaktır.


Sesini kaybedip yeniden buldu

Konservatuara girdiğim ilk senenin sonunda, şan hocamın yanlış bir teknikle çalıştırması sonucu sesimi kaybettim. Büyük bir travma yaşıyordum. Bir taraftan sınıf geçmeye çalışırken bir taraftan da Şan Hocası Güzin Gürel ve Dr. Engin ile sesimi kazanmak için tedavi görüyordum. Bir yıl süren bu tedavi sonucunda sağlığıma kavuştuğum gibi aynı sene TRT İstanbul Radyosuna girdim.

Bir ses sanatçısı için sesin güzelliği mi yoksa sesin gücü ve onu kullanmayı bilmek mi önemli?

Elbette ki ses güzelliği şarttır ancak onu belli bir disiplin ve bilinçle kullanmak çok önemlidir. Özellikle bizim müziğimizde şarkıları söylerken Türkçeyi doğru kullanmak, temiz bir üslup ile bağırıp çağırmadan söylemek gerekir.

Gazinocular Kralı Fahrettin Aslan’ın teklifini reddetti

1985 yılında televizyonda bir canlı konser yayınında ‘Memo Naziresi’ denilen bir eseri okurken, Müzeyyen Senar Hanımefendi beni dinliyor ve anında Fahrettin Aslan’ı arayarak hemen televizyonu açmasını ve beni dinlemesini söylüyor. Sonuç olarak TRT Sanatçısı Vedat Çetinkaya ile bize haber gönderiyor ve görüşmek istediğini söylüyor. Tabii ki bu teklifi hiç düşünmeden reddettim. Çünkü aldığım eğitime ters düşecek para ve şöhret adına tüm emeğimi heba etmiş olacaktım. Şimdi ne kadar doğru bir karar verdiğimi daha iyi anlıyorum.  

Shakespeare’in sevdiğim bir sözü: “Müzikten anlayan kulağa söyle, şarkını…” diyor. Bu söz, popülist işlerden uzak durmanızı açıklıyor mu?

Bu konuda düşüncem şudur ki doğru bir ruh ve ifade ile söylenen her şarkı, her yaştan insanın duygularını harekete geçirir.

Amaç dinleyiciye ulaşıp bir nebze kulakları terbiye etmektir. En önemli hedefim anlayan kişilere özellikle gençlere ulaşmaktır.

Popüler müzikle ise hiç işim olmadı, çünkü bu müzik eğlence sektörünün malzemesi ve gündelik yaşamın tüketilen bir ürünü.

Sanat müziğini kitlelere sevdirmek, aşina olmayan kulaklara da ulaşmak için bir öneriniz var mı? Bu konuda, özellikle çocukları, gençleri önemsediğinizi biliyorum. Biraz bahseder misiniz?

Önemli olan eserleri söylerken hissiyatınızı yansıtmanız ve üslubunuzdur. Özellikle konserlerimde gençleri ve çocukları düşünerek repertuarımı hazırlarım. Ayrıca Beyaz Köpükler, Eylül Şarkıları isimli albümlerimde piyano, kontrbas ve gitar gibi batı enstrümanlarını da orkestramıza ve kayıtlarımıza dahil ederek gençlere ulaşmayı başardık.

Her konserimde salonda olan çocukları sahneye alarak onlarla birlikte şarkı söylerim. Çünkü çocuklarımızın, konser adabını ve anlamasalar bile dinlemeyi öğrenmeleri açısından bu birliktelik çok önemlidir.


Türk Sanat Müziğinin Bizans müziğine/ilahilerine benzerliği, kökeninin bu ilahiler olduğu bir ara sosyal medyada sıkça paylaşıldı. Bu konudaki fikrinizi merak ediyorum?

Sanırım bu tür fikirler belli amaçlarla söylenmektedir. Biz Türkler bin yıl önce Anadolu’ya yerleştikten sonra çok büyük bir imparatorluk kurmuş bir devletiz. Ve bu İmparatorluk yayıldığı coğrafya içindeki alt kültürleri de kendi medeniyeti içine alarak çok zenginleştirmiş ve bütün dünyanın kabul ettiği bir Türk Müziği Kültürünü tüm İmparatorluk coğrafyasına yaymıştır. Bugün tüm İslam Devletlerinde okunan ve bestesi Buhurizade Itri Efendiye ait olan Segah makamındaki hepimizin ezbere okuduğu Tekbir, Sâlâtü Ümmiye gibi eserleri yaratan bir millete bu yanlış söylemin yakıştırılmasını hiç doğru bulmuyorum.


Unutulmaz bir konser anısı vardır mutlaka, paylaşır mısınız?

Çanakkale’de bir konser esnasında pantolonumun fermuarının bozulmasıyla çok zor anlar yaşadım. Çünkü konserin ilk eseriydi şarkıyı zor şartlarda bitirerek sahneden ayrılmak zorunda kaldım. O günü hiç unutamam.

‘Konser öncesi mutlaka şunu yaparım, kullanırım, içerim’ dediğiniz uğur, alışkanlık, ritüel var mı?

Sesimi korumanın yolu öncelikle sağlıklı olmaktan geçer ve hasta olmamaya gayret sarf ederim. Yüksek sesle konuşmak ve bağırmaktan kaçınırım.

Uyku düzeninizin iyi olması gerekir. En önemli konu ise ses egzersizlerinizi ihmal etmemeniz.

Nasıl iyi dinleyici olunur?

Hangi tür müzik dinlerseniz dinleyin öncelikle ruhunuza iyi gelecek, sizi sakinleştirecek, sizi dinlendirecek müzikleri seçmeniz gerekir. Bizim müziğimiz için

en önemli adres TRT’dir. Çünkü bugün hâlâ ister Halk Müziği ister Türk Müziği olsun en iyi sanatçıları orada dinleyebilir, tanıyabilir ve konserlerini takip edebilirsiniz.

Albümlerinizde, konserlerinizde ya tarihe not düşme ya da yeni bir arayış var. Ufuktaki projelerinizden bahsedelim mi?

Her albümde farklı şeyler yapmaya çalıştım. “İstanbul’dan Atina’ya Türküler” albümü, türkülerimizin Rumca ve Türkçe okunuşuydu. İncesaz, şarkıları yeni bir solukla gençlere ulaştırma çabasıydı. “Beyaz Köpükler”
Batı enstrümanlarının yer aldığı bir çalışmaydı. “Narçiçekleri”, gelenekselle güncelin buluşmasıydı. Ayrıca birçok projede farklı sanatçılarla buluştum. Lübnanlı sanatçı Ghada Shbeir ile “Şark Bülbülleri” buluşmamızda Arapça ve Türkçe şarkılardan oluşan bir konser verdik. Almanya’dan Soprano Anne Steffen ile “Gönül Köprüsü” projemizde Klasik Türk Müziği ve Klasik Batı Müziği bestecilerinin eserlerini seslendirdik, “Semai Kahvehanesi”, “Gül ile Bülbül” isimli konserimde sanatçı Bekir Ünlüataer ile özel yazılmış düetler seslendirdim.

Bu şekilde birçok konsept içeren çalışmalarım oldu. Bugünlerde, gençlerin de seveceği özel ve çok farklı albümler hazırlıyoruz.

 

 

/

Tilbe Saran: Hikayeniz varsa dinleyen bir seyirciniz de olacaktır

2500 yıldır değişe, dönüşe, evrile devrile tiyatro sürmüş. Tüm bu yaşananlardan süzülerek hikayeler anlatılmaya da devam edecek. Şekli değişir, mecrası değişir hatta adı bile değişir ama homo sapiens’in “oyun” ihtiyacı, “oyunbaz”lığı değişmez.

PROF. DR. AKIN YÜCEL
Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı

ASLI DELİKARA
FOTOĞRAF: OZAN PEKTAŞ

Sizi tiyatrodan, sinemadan, dizilerden, seslendirdiğiniz kitaplardan tanıyoruz. Çok sevilen bir sanatçısınız. Bütün bu işleri nasıl bir insan yapıyor, kendinizi nasıl tanımlarsınız?

Galiba kendimi yukarıda saymadığınız bir başka işimle tanımlamak isterim: hayal paylaşan, deneyim aktaran. Hem oyuncu olarak hem eğitmen olarak. Hikayeler paylaşan, hayaller kuran, hayallere ortak arayan biri. Uzun zamandır farklı kurumlarda eğitmenlik yapmaya çalışıyorum. Yaklaşık 10 yıldır Kadir Has Üniversitesi Tiyatro Bölümünde Oyunculuk Yöntemleri dersi veriyorum. Aslına bakarsanız deneyim aktarıyorum. Sahnede, kamerada ya da mikrofonun önünde olmanın zorluklarının üstesinden gelmenin çarelerini, o parlak ışıkların altında olmanın cazibesi ve bedelini genç meslektaşlarımla paylaşırken yeniden yeniden keşfetmenin tadını çıkarıyorum. Arsızca öğrenmek, daha çok öğrenmek istiyorum… Belki de dünyada eksik bulduklarımı hayallerle bütünlemeye çabalıyorum.

Soldan sağa: Yayın Yönetmeni Aslı Delikara, Tilbe Saran, Akın Yücel

Pandemi koşullarında bu sanat çok sahipsiz kaldı. Dijital sahneler denendi, stand up’lar yapıldı. Güncel durum nedir? Bir toparlanma yaşandı mı?

Pandemi, sektörümüzde olan bazı temel sorunları derinleştirdi. Özellikle küçük ölçekli salonlarda maddi karşılık ummadan hayallerinin peşinden giden pek çok grup dağıldı. Kurumsal kimlikleri daha oturmuş kumpanyaları bile sarstı. Ama her felaketin olduğu gibi pandeminin de bazı artıları oldu. Örneğin Tiyatro kooperatifi kuruldu. Dayanışma ağları oluştu. En güzeli bu oluşumlar İstanbul ile sınırlı kalmadı, diğer kentlere de bulaştı. Öğrenciler, genç mezunlar birbirleriyle ilişkilendi. Canlı performansın sıcaklığında olmasa da yeni mecralar tiyatro sanatına dahil edildi. Yeni teknolojiler yeni arayışlar getirdi. Ayrıca gösteri sanatlarının eğitiminden üretimine var olan yapısal sorunlar masaya yatırıldı, listelendi, adı kondu, çözüm odaklı çalışmalar başladı… Sanat emekçileri, sanat kurumları üzerlerine düşeni yaptı ama anayasada devlet sanatı korur maddesi devletçe çiğnendi. Artık en çok umuda ihtiyaç duyuyoruz. Güvenilir, özgür bir hukuk devletinde hayal kurabilmenin peşinde koşuyoruz. 

Sinemanın olanaklarıyla karşılaştırıp ömür biçilen tiyatro; kendine yeni yaşam biçimleri bulmakta oldukça mahir çıktı. Birçok yeni sahne açıldı, genç bir tiyatro izleyicisi oluştu. Siz tiyatronun geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Anlatacak bir hikayeniz varsa mutlaka sizi dinleyen bir seyirciniz de olacaktır.

2500 yıldır değişe, dönüşe, evrile devrile tiyatro sürmüş. Tüm bu yaşananlardan süzülerek hikayeler anlatılmaya da devam edecek. Şekli değişir, mecrası değişir hatta adı bile değişir ama homo sapiens’in “oyun” ihtiyacı, “oyunbaz”lığı değişmez. Tabii yapay zeka insanlığı nerelere sürükleyecek, robotların “sanat”a ihtiyacı olacak mı onu bilemem. Ama “kültür” dediğimiz büyük insanlık birikimi daima sanatla, sanatsı olanla aktarılmış. Yani bence robotlar bile oyun oynamaktan haz duyacaklardır! Çünkü can sıkıntısına tek iyi gelen şey yaratıcılık!

‘‘Türkiye’nin en iyi kadın tiyatro oyuncusu’’ olarak anılan, aynı zamanda sinema, dizi oyuncusu, seslendirme sanatçısı ve akademisyen Tilbe Saran ile sanattan, hayattan, güzellikten, siyasetten, Burgazada’dan ve elbette büyük aşkı tiyatrodan konuştuk…

BENİM GÜZELLİK TANIMIM: Mutluysam, ağız dolusu gülebiliyorsam, sağlıklıysam güzelim! 

Kadınların sürekli ağladığı ya da entrika peşinde koştuğu, mafyanın, çeteciliğin özendirildiği yapımlar çok fazla. Bu konuda senaristler, yapım şirketleri bir özdenetim yapamaz mı? Daha doğrusu toplumu biçimlendirmede rolü olan dizi sektöründeki cinsiyetçi, şiddeti özendiren dil, sizce nasıl daha hümanist bir çehreye bürünebilir?

Yaramıza parmak bastınız!

Ama eğer dikkatinizi çekmediyse artık eskisine göre klişe “kadın” imgesinde, cinsiyetçi söylemde kırılmaların başladığını müjdeleyebilirim. Sektördeki duyarlı kadın yazarlar, yönetmenler, yapımcılar ve oyuncular söz ettiğiniz özdenetimden fazlasını becerdi. Toplumun duyarlılığı da artıkça “taş fırın” erkeklerinin hiç de sempatik olmadıklarını fark edip daha eleştirel bakabiliyoruz. Gerçekten “adaletli” bir hukuk düzenine kavuştuğumuzda da  adaleti namluya sürülen mermi ile sağlamaya meraklıların devri kapanacaktır. Çok sıkı takip etmiyorum ama yaklaşık 60-70 yeni yapım her sene ekranlarımıza geliyor. Bazısı ana akımın gözünden kaçıyor, bazısı uzun süreli olamıyor, bazısı gündem oluşturuyor vs… Ama emin olun bu konuda emek veren, çalışan kurum ve kişiler var ve artık “kadın kadının kurdudur” söylemi “kadın kadının yurdudur”a evrildi. Sözünü ettiğiniz kalıplar da yakın gelecekte çöp olacak. Tabii bu eşit, özgür ve adaletli iklimin siyasi irade tarafından da benimsenmesi gelişim rüzgarlarını olumlu tetikleyecektir. İstanbul Sözleşmesi’nden hukuksuz biçimde ayrılan bir akıl elbette ki bu mafya özentili dünyanın ana sebebidir.

Tam da bu noktada haklı serzenişinizi niye yüksek sesle sormadığınızı da ben siz izleyicilere sormak istiyorum: tüketeceğimiz bir ürün alırken sağlığımıza zararlı olup olmadığına bakıyoruz, hatta tüketiciyi koruma kurumuna başvurabiliyoruz değil mi? O zaman bu ruhlarımızı yıpratan, ayrımcılık dilini, şiddet döngüsünü sürekli kullanan ürünleri boykot etmek de sizlerin görevi!

Biraz da tiyatronun güzelliklerinden bahsedelim. Sahne tozu yutanlar dizi ve filmlerden çok daha fazla kazansa da sahne aşkı bitmiyor. Bu çekiciliğin ardında ne var?

Seyircinin soluğu var, eli var, gözü var, alkışı var. Aynı anda ve bir kereliğine birlikte kurulan biricik bir oyun var. Hiçbir şey çocukluğun yerini tutamaz değil mi? İşte o çocukluk var… Elinizde tenekeden bir taç var ben kraliçeyim diyorsunuz ve sizi o teneke tacınızla kraliçe gibi gören hayaldaşlarınız var. Paylaşılan acılar, birlikte atılan kahkahalar var. Seyirciler bizim oyun arkadaşlarımız. İnsan arkadaşlıktan vazgeçebilir mi?

Sol Üst: İntikam (dizi)
Sağ Üst: Martı (fotoğraf:
Banu Kaplancalı)
Sol Alt: Cesaret Ana ve
Çocukları (fotoğraf:
Banu Kaplancalı)
Sağ Alt: Çekmeceler (flim)

Çoğunlukla bilge, kendiyle barışık, sakin karakterleri canlandırıyorsunuz. Öylesiniz de. Vega okuyucularına giderek zorlaşan hayatta insan kalabilmek hatta mutlu olmak için ne tavsiye edersiniz?

Mutluluk bekleyerek ulaşılacak bir yer, gökten kucağımıza düşüverecek bir ruh durumu çıkmasını bekleyeceğimiz piyango gibi bir şey değil. Seçmekle ilgili…

Varoluşumuzun sorumluluğunu taşımakla ilgili… Bu coğrafyada, bu iklimde insan olmak da insan kalmak da zor ama varlığımıza anlam veren de bu arayış, bu çaba… Sisyphos gibi her gün koca bir kayayı dev bir dağa çıkaracağız ve bileceğiz ki ertesi gün yeniden o yola en başından başlayacağız. Mutluluk yolda paylaştıklarımızda… Bir çocuğun gülüşünde, karanlıkta tutulan bir elde, kaldırım kenarından başını uzatmış çiçekte, bir kedinin mırmırında…

Oyunculukta başarının ne kadarı yetenek, ne kadarı çalışmaktan gelir? Bu mesleğe gönül veren gençler nasıl bir yol izlemeli?

Şunu sormalılar kendilerine: şart mı? Gerçekten olmazsa olmaz mı? Eğer öyle hissediyorlarsa Sait Faik gibi “yazmasaydım ölecektim” diyorlarsa, çıksınlar bu yola ve bilsinler ki durmadan çalışmaktan başka bir gizli reçete, sihirli bir formül yok.

YILLARDIR TİYATROYA GİTMEYENLER ÇEKİNMESİNLER. Nereden başlarlarsa başlasınlar, KEYİFLERİNİ YERİNE GETİRECEK çalışmalara rastlayacaklar. Genç, cesur YAPIMLAR, harika oyuncular var. Seyirciler de yaratıcı seçimler denemeli! Risk almak eğlencelidir. 

İstanbul’da yarı adalısınız, Burgazada’da yaşıyorsunuz. Bu kararı nasıl aldınız? Adanızda bizlere önerebileceğiniz bir yeme-içme gezme rotası alabilir miyiz?

Pandemi her zaman hasretini çektiğim doğaya daha yakın olma fırsatı sundu bana. Kent benim için sinema, tiyatro, konser, sergi, müze vs demek. Tüm bu etkinlikler olmayınca denizin sesini, göğün mavisini, toprağın kokusunu sessizce yudumlayacağım bir imkân yarattı ada.

Burgaz küçük bir ada, doğrusu yan yana sıralanmış lokantalarımız belli bir kalite sunarlar misafirlerine. Ama Canan ve Rasim’in küçüçük Fincan lokantası farklı tadlar da deneyimleyebileceğiniz özel bir yerdir. Kalpazankaya’da güneş elbet bir başka batar. Yasemin denizle kucak kucağa oturacağınız bir başka keyifli köşe… 

Şu hayatı keyifli hale getirmek için şunları yaparım dediğiniz ne var, biz de yapalım?

Toprakla, denizle, ormanla, hayvanlarla olmak. İyi romanların içinde kaybolmak, sinemanın büyülü dünyasında kaybolmak, dostlara sofra kurmak, imkan buldukça gezebilmek, ulaşabileceğiniz ellere yardımcı olabilmek, bazen  yüz yüze bazen bir telefonla nasılsın demek ve … Arada sırada Küçük Prens’i okumak. 

Estetik uygulamalar oyuncular için tehlikeli bulunur, mimiklerini kaybetme riskinin altı çizilirdi. Artık bu haberleri görmez olduk. Oyuncular da diğer kadınlar gibi öz bakımın bir parçası olarak bu işlemleri yaptırıyor. Sizin bu konudaki fikriniz nedir?

Doğrusu ben aynı dudakları, aynı kaşları, dişleri görmekten biraz sıkıldım. Farklı olanı seviyorum. Tornadan çıkma, fazla dokunulmuş ve doğallığını kaybetmiş yüzleri cansız buluyorum. Gılgamış gibi ölümsüzlüğün peşinden koşma çabalarını da trajik addediyorum. Bakımlı olmak güzel ama kendimize yabancılaşmadan. 

Biz kadınlara karşı şiddetin neredeyse bilerek engellenmediği bir dönemden geçiyorken Batıda kadınlar siyasette giderek yükseliyor ve toplumda söz sahibi oluyor. Bu makas kapanır mı sizce, nasıl kapanır?

Türkiye’de giderek güçlenen bir kadın hareketi var. Ben her daim, ses çıkartmaktan, sokağa inmekten, tava tencere çalıp, şarkı söylemekten kaçınmayan bu güzelim kadınlara güveniyorum. SusmaBitsin platformu gibi sektörü silkeleyen oluşumlardan, müthiş araştırmalar yapan akademisyenlerden ve dikey hiyerarşiyi reddederek yepyeni dayanışma ağları kuran yapılardan, eşitliği savunan ve buna çaba gösteren erkeklerden umut doluyorum. Ama maalesef “Devlet” “erkek” ve makası “erkekçe” açıyor. İstanbul Sözleşmesi gibi onur duyulması gereken bir antlaşmayı önce imzalayıp sonra caymak pek itibarlı bir tutum değil yazık ki!

Gene de her gün ‘bunu kadınlar yapamaz’ denilen işlerde art arda başarılı kadınları görmek, mesela setlerde özellikle kamera arkası teknik ekiplerde artan kadın sayısına tanıklık etmek iyi geliyor. Gümbür gümbür geliyoruz. Çünkü dünya kuşların tek kanatla uçamayacağını biliyor.

CİLDİMİ KORUMAK İÇİN, SON 6-7 YILDIR vegan ürünler kullanıyorum. Onun dışında yılda 2 kez kendimi ellerinize bırakıyorum. 


Tilbe Saran kimdir?

İstanbul doğumlu Tilbe Saran, St. Benoit Fransız Lisesi, İstanbul Belediye Konservatuvarı Tiyatro Bölümü, İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde eğitim gördü. Profesyonel tiyatro yaşamına 1984’de Kenter Tiyatrosu’nda başladı. 1986’da Dormen Tiyatrosu’nda sahnelenen “Hangisi Karısı” oyunundaki rolüyle ilk ödülünü aldı. 1989-1995 yılları arasında İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları kadrosunda sahneye çıktı. 1995’te Cüneyt Türel ve Işıl Kasapoğlu ile birlikte Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu’nu kurdu. 

2005 yılından sonra Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu’yla çalışmaya başladı. 

Fransa’daki Türkiye Sezonu çerçevesinde, 2009-2010 yıllarında Paris’te sahnelenen, Sedef Ecer’in yazdığı “Sur Le Seuil – Eşikte” adlı oyunda rol aldı. Oyun 17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nin konuğu olarak Türkiye’de okuma tiyatrosu şeklinde oynandı.

1985 yılından bu yana tiyatro, sinema ve TV dizisi çalışmalarını bir arada sürdüren, aynı zamanda seslendirme ve sunuculuk yapan, şiir okumalarına katılan Tilbe Saran; 2014-1017 yıllarında Oyuncular Sendikası Genel Sekreteri olarak görev aldı. Akademi İstanbul, Maltepe Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi’nde eğitim kadrolarında yer alan Saran, halen  Kadir Has Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.


Akın Yücel ve Aslı Delikara, Sadık Usta ile söyleşi öncesinde...
/

Felsefeden Uzaklaştıkça Sürekli Eğlence ve Anlık Zevk Peşinde Koşan İnsanlardan İbaret Bir Toplum Hâline Geldik.

Hayatın anlamı var mı? Mutluluk nedir? Özgürlük nerede başlayıp nerede biter? Biz nereden geldik, nereye gidiyoruz? Dünyayı Değiştiren Düşünürler adlı 5 ciltlik değerli bir çalışmaya imza atan, düşünür/yazar Sadık Usta ile felsefenin hayatımızdaki yerini konuştuk.

AKIN YÜCEL
Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı

ASLI DELİKARA

Felsefe yapmak, mevcut değerleri eleştirmek, inançları sorgulamak, onları sarsmak gibi bir sonuç yarattığı için filozoflar her çağda sakıncalı insanlar sayıldı. Bu uğurda toplumdan uzaklaşan, dışlanan hatta hayatını kaybedenler oldu. Ama dünyayı onların fikirleri değiştirdi. Bu konuda 5 kitaptan oluşan değerli bir çalışmaya (Dünyayı Değiştiren Düşünürler) imza atmış düşünür-yazar Sadık Usta ile felsefe hayatımızı nasıl değiştirir üzerine konuştuk. Kendisine hediye kitaplarımız, mükemmel çay sofrası ve keyifli sohbet için bir defa daha teşekkür ediyoruz.

Akın YücelBizim toplumumuz felsefeye dargındır. Sözü uzatan, sonuç almaktan uzak tartışmalar için “Felsefe yapma” denir. Nedir felsefeyle alıp veremediğimiz?
İnsan yapı itibarıyla kolaycılığa yatkın. Bizi derin düşünmeye teşvik eden şeylerden çok fazla hoşlanmayız, çünkü bize ekstra çaba harcatır. Doğası gereği insan “armudun pişip ağzına düşmesini” ister. Onun için de felsefeyi ve felsefeyle uğraşanları aşağılamayı bir meziyet sayar. Felsefeden uzaklaştıkça sürekli eğlence ve anlık zevk peşinde koşan insanlardan ibaret bir toplum hâline geldik. “İcat çıkarma” yine kültürümüzdeki düşünsel kuraklığı gösteren deyimlerden biri. Farklı düşünmek, yenilik getirmek desteklenmez bizde, sonuçlarını da hep birlikte gözlemliyoruz.

Akın Yücel-Felsefenin konu edindiği mutluluk, iyilik, ölüm korkusunu yenmek, başarısızlıkla mücadele etmek gibi kavramlar üzerine aslında hepimiz düşünüyoruz. Ama bunun için okumalar yapmak, kendi düşünce sistemini oluşturmak çoğu kişiye zor geliyor. Öneriniz nedir?
Ne yazık ki ortalığı, ihtiyaç var diye kişisel gelişim kitapları, ilişki koçluğu ve kuantum enerjici dalavereler kaplamış durumda. İnsanların çoğu, bir konuda bilinçlenmenin, sorunları çözerek öğrenmek; yani yaşamı dönüştürmek olduğunu kavrayamıyor. Onun için hep başkalarının yönlendiriciliğine muhtaç kalıyor. Bir de zihinsel açıdan çok tembeliz. Başkası bize çözümleri hap gibi versin istiyoruz. Halbuki insan, çevresini değişmeye ve dönüştürmeye cesaret ettiğinde aynı zamanda kendi hayatını da değiştirmiş olur! Felsefe size doğru soruyu sordurur, kendi cevabınızın peşine düşmenizi sağlar. Felsefeden ihtiyacı olan hayat bilgisini, ancak buna cesareti olanlar alır.

FOTOĞRAFLAR: OZAN PEKTAŞ

Akın Yücel-Peki felsefe hayatımızı nasıl değiştirir, neye hizmet eder?
Hayatta karşılaştığımız sorunlar çoğunlukla apaçık değildir, o önümüze birbiri içine girmiş yumak gibi gelir. İşte felsefe burada devreye girer. Toplumsal yaşamda hangi sorunun önemli, hangisinin önemsiz olduğunu felsefe sayesinde öğreniriz. Çünkü felsefe bize, sorunları ve ödevleri sıraya koymayı; sorular ve çözüm yolları arasında hiyerarşi kurmayı öğretir. Örneğin mallar ve eşyalar ediniriz. Sahip olduğumuz ve tükettiğimiz her şey bize onları kazanmak için zaman harcatır. Zamanımızı gerçekten ihtiyacımız olmayan şeyleri edinmek ve tüketmek için harcamışsak, hayatımız da bir anlamda biz henüz onu anlamadan ve yaşamadan akıp gitmiştir. Gerçekten ihtiyacımız olmayan şeylere harcadığımız her zaman birimi; kültürden, sanattan, ailemizden, arkadaşlarımızdan, yani bizzat hayatımızdan esirgediğimiz zamandır.


Felsefe nedir? Nasıl bir ihtiyaçla doğdu?

Felsefe, insanın sınırlı bilgisiyle, evrenin sınırsız bilgisine kafa tutmasıdır.
Çevremizi ve hayatımızı felsefeyle kavrarız. Biz aslında bilgiyi, ona ihtiyaç duyduğumuz için merak ederiz. Kuşkusuz modern çağda ilk anda ihtiyaç duymadığımız bazı bilgileri, “timsah avını yerken neden göz yaşı döker” ya da “evren boşluğa doğru mu genişler” vb. soruları da merak ediyoruz. Ancak bu merakın arkasında ilk anda fark edemeyeceğimiz başka ihtiyaçlar var. Felsefe bize, ilk bakışta ilişkili olmadığını düşündüğümüz bilgilerin de derinde birbiriyle bağlantılı olduklarını kavratır. 


Aslı Delikara-Evet, bu noktada Nietzsche’nin “Eğer insan gününün sekiz saatinden fazlasını çalışarak geçiriyorsa, ne iş yaparsa yapsın, o bir köledir” tespitine katılmamak mümkün değil.
Kesinlikle…

Akın Yücel-Estetik, güzellik, Altın Oran gibi kavramlar felsefeyle biz plastik cerrahların ortak kavramları. Bu konularda ufuk açıcı bulduğunuz düşünürler kimler?
Estetik kavramı felsefenin en önemli, en çok kafa yorulan alanlarından biri.
Bu terim ilk kez 18. yüzyılda kavramlaştırıldı. Kısacası bu kavram, insani duyguların niteliğini ifade eder. Geçmişte birçok filozof, örneğin Sokrates, Platon, Aristoteles, Kant vb. bu konuda tanımlar geliştirmişlerdir. Sokrates’e göre “Güzellik, kısa süren tiranlıktır.” Platon’a göreyse, “doğanın bir ayrıcalığı.” Theokritos’a göreyse, “fildişinden bir bela”; Karneades’e göre “korumasız krallıktır.” Aristoteles ise güzelliği, “her türden tavsiye mektubundan daha etkili” bir varlık olarak görür. Kant’ın bu konudaki görüşü ise daha kapsayıcıdır. O güzelliği, salt görünüş olarak değil, “bütünlükteki uyum” olarak görür. Bütünlük denince de aklımıza, karakter, zeka, birikim, yetenek, görünüm, davranış vs. gelmeli.

Akın Yücel-Sizce neden yeni filozof veya felsefi akımlar çıkmıyor? Bilimin gelişmesi, bilişsel süreçlerdeki biyolojik temellerin anlaşılması felsefeye duyulan ihtiyacı ortadan kaldırdı mı? 
Felsefi akımların ya da filozofların ortaya çıkması, siyasetçilerin ya da bilim insanlarının ortaya çıkması gibi olmuyor. Siyasetçilerin ve bilim insanlarının başarı veya başarısızlıklarını kısa sürede görebiliriz, ancak filozofları ya da onların temsil ettiği felsefi öğretileri birkaç kuşak sonra fark ederiz. Bu durum çok normal, çünkü genelde filozoflar ileriye ve geleceğe işaret ederler. 

Filozoflar uzağı ve geleceği sıradan insandan daha erken fark ettikleri için, onların düşünsel etkilerini birçok insan hemen fark edemez. Felsefi akımlar, meyvesini yediğimiz ağaçlar gibidirler. Onların meyvesini yeriz fakat çoğunlukla o ağaçları kimin dikip yetiştirdiğini bilmeyiz. Şu anda da birçok filozof adayı veya felsefi öğretiyle yüz yüzeyiz ancak bunu biz değil gelecek nesiller algılayıp değerlendirecektir.

Bilim ve felsefe ilişkisine gelince: bilim, felsefenin önünü açar ancak felsefe de bilime ufuk kazandırır. 

Felsefe bilimin etik sınırlarını sorgulatır. “Güvenlik ya da sağlık için özgürlükten ne kadar ödün verilmelidir?” tartışmasını başlatır. İçinde sorgulama olmayan bilimin, tiranlığa dönüşme tehlikesine işaret eder. 

Atina Okulu adını taşıyan fresk, İtalyan ressam Raffaello Sanzio 
tarafından 1509-1511 yılları arasında yapılmıştır.  Bilim ve felsefeye bir saygı duruşu olan çalışmada kimlerin olduğu tartışılsa da Platon, Aristoteles, Sokrates, Pisagor, Öklid gibi filozof ve bilim insanlarının yer aldığına kesin gözüyle bakılır.

Platonik aşk deyimi Platon’dan geliyor

Bizler genellikle aşk ve cinselliği aynı cümlede kullanırız fakat bunlar felsefi açıdan farklı kavramlardır. Cinsellik bedensel hazla, aşk ise olağanüstü bir ruhsal durumla ilişkilendirilir. 
“Platonik aşk” adını ünlü filozof Platon’dan alır. Platon meşhur eseri Devlet’te mümkün olamayacak kadar ideal bir devleti tasvir eder. Gerçekleşmesi mümkün olmayan, ama “gerçekleşse ne kadar da güzel olur” denilecek arzuları tarif için “Platonik” deyimi oluşturmuştur. Platonik aşk, bedensel hazzın bulaşmadığı, cinsellik yaşanmadan salt zihinde var olan bir durumu tanımlar. 


“Aforizmalar o düşünürün felsefesini merak ettiriyorsa ne güzel.” 

Aslı Delikara-Filozofların aforizmalarını (özlü sözlerini) çok beğeniyoruz ama o cümle koca bir denizde damla sayılır. Aforizma sevgisi bizi felsefeyle buluşturabilir mi?

İnsanlar aforizmaları çok sever, çünkü onlar kavranması zorlu durumları bir cümleyle ifade edebilirler.  Aforizmalar o düşünürün felsefesini merak ettiriyorsa ne güzel, fakat çoğunlukla o aforizmaların belli bir deneyim, yaşanmışlığın ve çözümlemenin ürünü oldukları unutulur. 

Aforizma, belli bazı sorunlarımızı aşmak için yutmamız gereken bilgi hapı değildir. Duyması ve okuması çoğunlukla güzel fakat aldatıcıdır; çünkü insanı somut durumu analiz etmekten alıkoyar.

Felsefe bilimin etik sınırlarını sorgulatır.  “Güvenlik ya da sağlık için özgürlükten ne kadar ödün verilmelidir?”tartışmasını, felsefe başlatır.

Fransız ressam Jacques Louis David’in 1787 yılında yaptığı “Sokrates’in Ölümü” adlı resimde, dönem tanrılarını tanımadığı için ölüme mahkûm edilen Sokrates’i baldıran zehirini içmek üzereyken görürüz.

Aslı Delikara-Felsefeye en ciddi eleştirilerden biri yine bir düşünür olan Karl Marx’tan geldi. “Filozoflar dünyayı sadece yorumlamakla yetindiler, oysa aslolan onu değiştirmektir.” diyordu. 1) Felsefenin dünyayı değiştirmek gibi bir amacı var mı? 2)  5 ciltlik seriniz “Dünyayı Değiştiren Düşünürler” adını taşıyor. Bu, soruma bir tür cevap mı? 

Kuşkusuz felsefenin, doğrudan dünyayı değiştirmek gibi bir amacı yok fakat filozofların olmalıdır. Ki Marx da buna dikkat çeker. Ancak şu uyarıyı da yapmakta yarar görüyorum: Felsefeciler politikacı ya da sürekli sokakta eylem yapan insanlar değildir. İnsan hem felsefeci hem de politikacı olabilir fakat böyle bir koşul yok. Dünyayı Değiştiren Düşünürler’de insanlık tarihinin önemli dönemlerinde toplumsal-siyasal-kültürel krizlere çözüm önerileri getiren, bilim ve kültürel alanda tıkanıklığı aşmamızı sağlayan düşünürlere yer verdim. Bu kişiler, doğrudan amaçlamamış olsalar da dolaylı olarak zihnimizin yeni ufuklar kazanmasına, bilinçlerimizin keskinleşmesine, dünyanın da değişmesine katkıda bulunmuşlardır.

İnsanlar aforizmaları çok sever, çünkü onlar kavranması zorlu durumları bir cümleyle ifade edebilirler. 

Aslı Delikara-Tarihsel bir atışma var; “Felsefenin Sefâleti mi/Sefâletin Felsefesi mi” Kim haklı? 

Anarşist kuramcı-düşünür Pierre-Joseph Proudhon, sosyalist düşünceyi insanları yoksullukta eşitlemeye çalıştığı, sefâletin övgüsünü/felsefesini yaptığı düşüncesi ile eleştiriyordu. Görüşlerini “Sefâletin Felsefesi” (1846) kitabında topladı. Marx ise; toplumsal meseleler üzerine sadece düşünmenin çözüme faydası olmadığını, “düşünmekle birlikte eyleme de geçme gereğinin” altını çiziyordu. Marx’a göre eşitsizliğin farkında olan insanların sadece tartışıp harekete geçmemesi, mevcut düzenin ekmeğine bir nevi yağ sürmekti. Bu eleştirisini Proudhon’un kitabına nazire yaparak, bir kelime oyunuyla “Felsefenin Sefaleti” kitabında (1847) dile getirdi. 

Kanımca bu, günümüzde hâlâ popüler bir tartışma konusu olan “yoksullukta mı yoksa refahta mı eşitlik” tartışmasına ilk ciddi giriştir.


Sanki bu günü anlatıyor

“En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alış veriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış-veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu zaman, maddi olsun, manevi olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği zamandır.”

Felsefenin Sefâleti, Karl Marx 


Felsefeyi sevdiren kitaplar 

Öneri: Akın Yücel
Dünyayı Değiştiren Düşünürler/Sadık Usta
Denemeler/Montaigne 
Siddhartha/Herman Hesse  
Ermiş/Halil Cibran
Deliliğin Tarihi/Foucault 
Öneri: Sadık Usta
Filozof Olmayanlar İçin 
Felsefeye Giriş/L. Althusser
Felsefe El Kitabı/S. Hilav
Felsefenin Öyküsü/W. Durant
Felsefeye Giriş/Afşar Timuçin
Elmar Holenstein/Felsefe Atlası
Öneri: Aslı Delikara
Felsefenin Tesellisi/Alain de Botton 
Zerdüşt Böyle Buyurdu/Nietzsche
Kahkaha Benden Yana/Kierkegaard 
Aşkın Metafiziği/Schopenhauer
1844 El Yazmaları/Karl Marx